Ahmet Doğan İlbey
Muhsin Beğ’imizden hamiyet kaldı bize
Sene iki bin dokuz, soğuk mart ayının yirmi beşiydi. Gökte ecel dolaşıyordu. Ölüm gelip konmuştu karlı dağların yamaçlarına. Bir sızı bir sızı alperenlerin yüreğinde. Bir hüzün bir hüzün alperenlerin dilinde:
Şol karlı dağlarda Muhsin Beğ’imiz kaldı / Yüreğimiz kaldı / El vurup yâramızı inciten dağlardan haber gelmedi / Çıkalım dağlara dağlara!
Alperenler gözü yaşlı düştüler dağlara. Yandılar kavruldular karlı dağların soğuğunda. Ateşe kesildiler, ateşlerinden dağlar ürktü. Gözyaşları sel oldu, gözyaşlarından dağlar eridi. Yüreklerinden sayha kopuyor, dillerinden dua:
Ne yamandır şu karlı dağlar hiç aman vermiyor / Yıkılası dağlar, verin Muhsin Beğ’imizi!
Geceler gündüzlere, gündüzler gecelere hüzünle bağlandı. Alperenlerin feryadı göklere erişti. Dağlarda her yer hüzün, her yer Muhsin Beğ’imizdi. Dağlar ses vermeyince yüreklerinde figan koptu:
Muhsin Beğ’imizi bulmadınız mı askerler / dağları taşları aramadınız mı? / Yüreğiniz sızlamadı mı? / Onu kardaş bilmediniz mi? / Bu nasıl töredir böyle? / O bizim beğ’imizdi / Alperenlerin direği idi / Dervişti dâva adamıydı / Milletimizin âvazıydı / Efendiydi yiğitti / Müminlerin duasını almıştı / Karlı dağlar bizden ne istersin / Aç koynunu, Muhsin Beğ’imizi göster bize / Aman karlı dağlar aman / Koynunda yiteni vermez misin sen? / Muhsin Beğ’imizin öldüğünü söylemez misin sen? / Dağlar bizim neyimize / Ateş düştü ocağımıza / Bak alperenler yetim kaldı
Alperenler etten kemikten söküldüler, sefer üstüne sefer yaptılar dağlara. Yürekleri ateş topağına döndü. Dokunma karlı dağlar bize, dediler. Karlar düştükçe sızılıyor yaralarımız dediler ve yanık bir türkü tutturdular:
Yolumuz dağlara düştü / Hazin hazin ağlar alperenler / Ecel karları dane dane / Yağar Muhsin Beğ’imizin üstüne / Dostlar Muhsin Beğ’imizi buldular / Dağlarda döne döne / Dağlar kar imiş / Muhsin Beğ’imiz üşümüş / Kar üstünde yatmış uyumuş / Beyazlara bürünmüş / Göz ucuna karlar toplanmış / Yandı kavruldu yüreğimiz oy oy!
Alperenlerin çerağı söndü. Çok ağladılar, çok dua ettiler. Allah verdi, Allah aldı dediler. Uluların cennetine konuk oldu dediler. Ardından bir ağıt yaktılar:
Uyan Muhsin Beğ’imiz uyan / Gayet zor geldi ölümün bize / Varıp karlı dağlara ecelle mi buluştun? / Dostlarına haber vermeden ölüm şerbetini mi içtin / Sensiz alperenler neylesin / Dağlara gam düştü, yüreğimize ateş düştü / Vay dünya, yalansın dünya!
Ecel meleği gelince başucuna, gülümsedi Muhsin Beğ’imiz, “Ölüm gitmez zoruma, alperenlerle helâlleşip geleyim” dedi. Ecel meleği, “Emr-i hak vakti şimdidir” deyince, itiraz etmedi, var git ölüm sonra gel, demedi. Ölümün güzelliği doğdu güzel yüzüne.
Alperenlere “Ruh bir saniyeliktir. İki saniye sonrasında ne olacağımızı bilemediğimiz üç günlük dünyada hepinizi Allah’a emanet ediyorum” dediğini hatırladı ve ecele selâm durdu. Kelime-i Şahadet getirdi. Beyaz kefeni giyindi. Hakk’ın Kapısına uçmağa niyet etti. Sonra ecel sûru öttü. Ölüm yükünü tuttu. Muhsin Beğ’imizi aldı gitti.
O güzel adam artık âhiretin oğlu oldu. Karlı dağların başında güzel ata binip gitti. Hüma Kuşu gibi yükseklerden uçtu gitti asıl vatanına “Saf çocuğu masum Anadolu’nun.”
Ondan hamiyet, yâni din, vatan ve millet gayreti kaldı bize.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.