İbrahim Gülsu
İzmir Depremi ve Aymazlığımız
Ülkemiz, İzmir Bölgesi bir acı depremle daha sarsıldı.
Yine ağıtlar, yine gündelik yorumlar, yine dünden ders almamalar.
Yine acı sonuçları konuşmak, sebeplere kafa yormamak.
Ateş düştüğü yeri yakar. Onlarca insanımızı kaybettik; yüzlerce insanımız yaralandı, mağdur oldu.
Sorumlu Kim?
Adeta karanlığa, zifiri karanlığa sorulmuş bir soru. Akıl, izan, basiret, feraset sahibi her insanın cevap verebileceği bir soru. Dünden bu güne; öncelikle sorumluların, yöneticilerin, okumuşların, teknik elemanların, ülke aklının cevaplaması gereken bir soru.
Bir can diriltmek, bir can öldürmek tüm canlara denk. Hani bu ayeti zaman zaman kürsülerde söyleriz ya.
Türkiye’nin söyleminde olan; ama eyleminde olmayan bir ayet.
Allah’ın ikazında akıl sahipleri, basiret, feraset sahipleri nasibini alır.
Çünkü Allah’ın sözünün muhatabı “akıl” sahipleridir; düşünen, tefekkür eden insanlardır.
“Deprem can almaz, tedbirsizlik can alır.”
Ülkemizdeki deprem kuşağı ne zamandır biliniyor?
O günden bu güne neden bu bölgelerde şehirleşme önlenmedi? Veya mecburiyet varsa, neden yapılaşma depreme göre yapılmadı? Allah, tedbir aklını sadece Japonlara vermedi. Halbuki Japonlar deprem tedbirini Mimarsinan’dan öğrendi. (Araştırabilirsiniz)
Tarih ibret alınırsa tekerrür etmez. Ahmaklar için tarih tekerrür eder.
Erzincan, Varto, Van, Gediz, Muş, Kütahya, Gölcük, Elazığ……..daha ne kadar sıralayalım? Bu kadar deprem ders almak için bize yetmedi mi?
Yan yana üç apartman; birisi çöküyor diğerleri ayakta.
Türkiye bir ahlak sorgulaması yapmalı acilen. İzmir’deki görünen fiziksel bir deprem. Ya görünmeyen, belki dokuz-on şiddetindeki ahlaki, sosyal, helal-haram, hak-hukuk…… depremlerine ne demeli?
Unutmayın, toplumların çöküşü İzmir’deki binaların çöküşü gibi ses çıkarmaz. Çünkü; toplumsal çöküntü, ahlaki çöküntü sessiz ve derinden gelir. Uzun sürede gerçekleşir.
Bu kadar adliye, hapishane, hastane neyin habercisi? Bir İslam beldesi böyle mi olmalı?
Dünyanın en büyük adliyelerini, hapishanelerini, hastanelerini yapıyoruz. Hani bir zamanlar kadılara dava gelmiyordu? Hani hasta bulamadığı için hekimler İslam beldelerini terk ediyordu? Hani her Müslüman bir koruyucu hekimdi? Hani hapishanelerimizde tek tük gayri Müslim bulunuyordu? Yoksa İslam ahlakını kovduk mu işlerimizden, pazarlarımızdan, dükkanlarımızdan, alışverişimizden, sosyal ilişkilerimizden?
Depremlerde yıkılan konutların mühendisini bu devlet, bu millet on altı yıl, bugünkü değerle de en az iki yüz bin liraya okutmuş “mühendis” yapmış.
Topluma dönüşü olmayan; vicdanı, ahlakı olmayan “okuma”ların, kazanma hırsına yenik düşen “uzman”ların, işadamlarının, bu kadar üniversitenin ne gereği var acaba?
İki bin yirmi yılında bunları sorgulamalıyız? “Nerede yanlış yaptık?” sorusuna odaklanmalıyız. Bu tablo bizim değil. Çünkü biz böyle değildik.
“Kul hakkı” benim baş değerim. “Hak”kın zayii toplumun felaketi, bilgi ve teknolojinin ahlakını kaybetmesi insanlığın kıyametidir.
Giden geri gelmiyor. Ateş düştüğü yeri yakar. Olan, ölen canlara oluyor.
Şuan olayın sonucuna değil; ihmalleri, unutmaları, göz yummaları, bilerek yapılan hırsızlıkları (demir, çimento, kum) sorgulamalıyız.
Neden böyle olduk?
Bize ne oluyor?
“Dosdoğru” olması gereken bu toplum nasıl yamuldu?
Sokaktaki her dört kişiden neredeyse ikisi birbiriyle davalı.
Neden bu ülkemde bir yılda yaklaşık otuz beş milyon depresyon tableti kullanılıyor?
Hastanelerimiz neden ağzına kadar dolu?
Kazanç hırsı, kapitalist kültür merhameti, kanaati, sabrı dozer gibi ezip geçiyor.
Vicdanım, ruhum titreyerek söylüyorum. Cennet ülkemin gerçeği bu. İstatistikler bunu gösteriyor.
Çözüm: Eğitim, eğitim, eğitim…