Ahmet Doğan İlbey
Suriye meselesini yakın tarihte aramak
Birinci Harpten sonra, Batılı devletlerin topyekûn saldırısı karşısında Osmanlı’nın çekilmek mecburiyetinde kaldığı ve bugün Suriye olarak adlandırılan topraklar Osmanlı döneminde Lübnan’a kadar olan bölgeyi de içine alan Bilad-ı Şam ismiyle bilinirdi.
Suriye, Osmanlı fethinin başladığı 1516 yılından itibaren farklı idari statülerde Osmanlı Devleti’nin tasarrufu altındaydı. Bugünkü Suriye’de yaşanan katliamları ve iç savaşı açıklamak için bu bölgenin yakın tarihine uzanmak gerek. Her mezhep ve kavimden toplumların ümmet zemininde yaşadığı o huzurlu zamanların nasıl ve kimler tarafından yok edildiğini anlamaya çalışmak, Suriye meselesiyle uğraşanların müracaat edeceği bir kaynaktır. Dolayısıyla derin bir yara hâline gelen Suriye meselesinin köklerini tarihte aramak lâzım.
Bugünkü Suriye’nin meselesinin iflah olmaz bir yaraya dönüşmesi Osmanlı sonrasındadır.1877 tarihli düzenlemeye göre Osmanlı devleti bu bölgeyi altı idari birimle huzurla bir şekilde yönetiyordu. Halep Vilayeti, Şam Vilayeti, Kudüs Mutasarrıflığı, Deyruzzor Sancağı, Beyrut Vilayeti, Cebel-i Lübnan Mutasarrıflığı.
Batılı devletlerin çeşitli faaliyetleri neticesinde özellikle 1904-1949 arası “Büyük Suriye ideali” adı altında toplanan Arap milliyetçilerin çıkışına kadar tablo böyleydi. Osmanlı’nın parçalanmasını, dolayısıyla küçülmesini isteyen sömürgeci Batılı devletlerin desteğiyle Arap milliyetçileri sancak ve eyaletlerin kendilerine verilmesini istiyordu. Osmanlı devletinden kopmuş, Batı’nın kontrolünde “Birleşik bir Suriye” plânlanmıştı.
1920 yılında Fransız Ordusu federal Suriye kurmayı denemeye başladılar. Suriye’yi Osmanlı’dan koparmak Fransız devleti için tarihî bir kinin de bulunduğu bir gaye idi. Devrin Ortadoğu sorumlusu Fransız generalinin Selahaddin Eyyübi’nin türbesini tekmeleyerek “Haçlı Savaşları bizim için zaferimizle bitti” diyerek yüksek sesle nâra attığını Suriye meselesiyle uğraşanların unutmaması gerek.
Bugünkü kanlı Suriye’nin bir asırlık geçmişinin ardındaki bölücü el Fransız devletidir. Osmanlı’dan, yâni Türkiye’den koparılmış Suriye’yi meydana getiren altı devletin kurulmasının plânlayıcısıdır. Bu devlet sözde devletçikler şunlardı: Şam Devleti (1920), Alevi (Nusayri) Devleti (1920), Büyük Lübnan Devleti (1920), Halep Devleti (1920), Cebel-i Dürzi Devleti(1921), İskenderun Sancak Devleti (1921).
Türkiye ve Suriye arasındaki Hatay meselesi de yine Fransızların bu plânı içindedir. 1939’a kadar güdümlü bir “Hatay Devleti” olduğunu üzülerek hatırlatalım. Daha sonra Hatay ve Lübnan, oluşturulan Suriye yapısından ayrılıyor ve Hatay Türkiye’ye katılıyor.
Halep ve Şam, Arap milliyetçileri yine Fransız desteğiyle birleşerek Suriye Devleti ismini alıyor. Özerk kalarak kültürel kimliklerini koruyabileceklerini. Nusayriler bu birleşmeye kabul etmiyorlardı.
Günümüzde Suriye iç savaşının nasıl ve niye çıktığını anlamak için bu tabloya bakmak lâzım. Bugün kangren olmuş Suriye rejimine giden yolu anlamak için Batı destekli darbelerin kimlerce yapıldığına bakılmalı. Mart 1963’te Baas Darbesi, Şubat 1967’de Alevi, yâni Nusayri Darbesi, Kasım 1970’de Hafız Esed Darbesi bugünkü kanlı Suriye’nin müsebbibidir
Batılı devletlerin her ülkede yaptığı gibi Suriye’de de Osmanlı’dan sürüp gelen âlim ve münevveran bu darbelerle birlikte tasfiye edilir. Bunların yerine asker ve memur gibi, Batılı devletlere perestij eden bürokratlar devlet kademelerine alınarak yeni bir sistem meydana getirilir.
O güne kadar tesirini sürdüren gelen sürdüren gelenekli Sünnî şehirli, tüccar ve münevveran 1949 darbesi ile ilk defa sarsıldı. Tasfiyelerin ardından bu hadise ile birlikte Suriye’deki hükümet devlet ve devlet yapısı kısa sürede laik- sosyalist-Baascı zihniyetin eline tamamen geçer.
Meselâ 1963 darbesini yapanların hemen hepsi Sünni Müslümanlar dışındaki gruplardı. Ancak bu süreçte geleneksel Sunnî âlim ve münevveran tasfiye edildiği içindir ki Sünnî İslâm gruplarının tesirli olduğu söylenemez.1940’larda Rusya’nın desteğini alan ve liderliğini Michel Eflak’ın yaptığı Baas Partisi hızla yayılmış ve tesirli olmaya başlamıştır.
Özellikle Sosyalizm ile Suriye milliyetçiliğini sentezleyen Eflak, Suriye’de gelenekli Sünnî münevveran ve bürokratların yerine laik-seküler yeni bir sınıf oluşturmaya çalışır. Daha sonra Eflak bir başka grup tarafından tasfiye edilse bile oluşturduğu “yeni” grup tesirini devam ettirir.
Sosyalizm sözde itibarlı bir aydın düşüncesi hâline getirilmeye çalışıldı. Bu düşünceyi takip edenler milletlerarası siyasette sosyalist düşünceye uygun “dost ülkeler” edinmeye başladılar.
1956 yılında Suriye’ye hâkim olan bu zihniyet Sovyet Rusya ile ilk ittifak anlaşması imzalar. Anlaşmaya göre Sovyet Rusya, Suriye’ye külliyetli miktarda askeri destek sağlıyor ve buna karşılık Suriye’de Komünizm meşru hale geliyordu. 1956 Anlaşmasının Suriye’de tesiri büyük olmuştur. Bu anlaşmayla birlikte Suriye’de Sosyalist-Baas zihniyetine sahip hükümetler kontrolü ele alarak bir müddet ülkede asayiş ve iktisadî hayatı canlandırdıklarını ispat eder görünmüşlerdir.
1960’lardan sonra Hafız Esad’ın hâkim olduğu süreç Nusayri ağırlıklı hükümet modelleri Eflak’ın başlattığı Sosyalist-Baas anlayışının devamıdır. 1946-1956 yılları arası yirmiden fazla hükümetin kurulduğu Suriye, Rusya’nın desteği ile ağır yatırımlar yapılır ve sayede toplumda gerginliğin üstü örtülür.
O dönemde Suriye ve Rusya arasındaki yakınlaşmaya Türkiye’nin büyük tepki gösterdiğini hatırlatalım. 1955yılında Türkiye ağır mekanize taburlarından oluşan askeri birliklerini Suriye sınırına kaydırdığını düşünürsek bugünkü Türkiye ve Rusya’nın Suriye meselesindeki çatışmanın yakın tarihten sürüp geldiğini anladığımızda, bugün Rusya’ya karşı çıkışların sebebinin hiç de hamaset olmadığını öğreniyoruz.
Rusya’nın Suriye’de ne işi olduğunu ve Türkiye’nin Rusya karşısında birdenbire keskin duruş göstermesinin bir başka sebebi de 1971 yılında imzalanan bir anlaşma ile Suriye’nin Rusya’ya askerî limanlı bir bölge kurmasına izin vermesidir.
Suriye, Rusya’nın bölgedeki stratejik varlığını bu zihniyete sahip askerî ve sivil bürokrat ve aydınlar eliyle koruduğu gayet açık ve şimdilik bu yapının hâkimiyetinin kırıldığı söylenemez. Oğul Esad iktidara gelince ABD ile başlattığı kısa süreli “dostluk” Rusya’yı endişelendirdiği malum.
Suriye rejimine bugünkü şeklini büyük nisbette Hafız Esad verdi. 1970’de darbe yaparak devleti ele geçiren Hafız Esad Şam’da 30 yıl despot bir şekilde hâkimiyet kurdu ve sürekli olarak Sünnî İslamcı muhalefeti ezdi. Rejimin temel meşruiyet problemi Nusayri Esat azınlığının Sünni çoğunluğu yönetmesidir. Ancak bu noktada bir açıklama yapmak gerek. Nusayri Esat azınlığının bütün kadrosunun Nusayri olmadığını, en tepedeki asker ve devlet erkanı arasında Sünnilerin de bulunduğu bilinen bir gerçek.
Esas problem Nusayri Esat oligarşisinin etrafında oluşan Baas rejimi ve zihniyetidir. Bugün bir Suriye meselesi karşısında ne yapması gerek suali ile karşı karşıya olan bir Türkiye var. Muhteşem Osmanlı zamanlarının rüyalarını görmek elbette hakkımız. Hilafetin Türklerde olduğu ve ümmetin hâmiliğini yaptığımız kudretli zamanlar yok. Bilad-ı Şam dediğimiz ve tasarrufumuzda bulunan Suriye’ye Batılılar Ortadoğu diyorlar ve sınırları cetvelle çiziyorlar.
Hâsıl-ı kelâm, vaziyet hoş değil. Ana hatlarıyla birbuçuk asırlık durum yukarıda ifade ettiğimiz üzeredir. Çâre, asırlardır İslâmların bayraktarlığını yapmış olan Âl-i Osman Türklerindedir ve Müslüman ülkelerin yekvücut olmalarındadır.
-------------------------------------
FİKİR TEKNESİ EKİBİNDEN FİKİRLİ BİR DERGİ: “KARARGÂH”
Yayın müdürlüğünü Metin Acıpayam’ın yaptığı “Karargâh” dergisi Nisan 2016 ilk sayısı okuyucu huzuruna çıktı. Bu sayısında Suriye meselesini dosya yapan derginin gayesi Batılıları adlandırdığı ifadeyle “Ortadoğu” nun tarihten bugüne İslâm toprakları olarak başından geçenleri her sayısında bir başka cephesiyle mevzu ederek açıklık getirmek.
Karargâh dergisinin ilk sayısının mündericatı şöyle:
Neden yeni bir dergi: Ahmet Muhtar Turan
Suriye’de savaşı çoktan zaferi kazandık: Haki Demir
Batasıca Batı: Prof. Dr. Veysel Aslantaş
Suriye’de görünmeyen cepheler: İbrahim Sancak
Suriye Meselesini yakın tarihte aramak: Ahmet Doğan İlbey
İslam Ordusu Meselesi: Nurettin Saraylı
Suriye Savaşı, İslâm Baharını başlatacak: Ebubekir Sıddık Karataş
Suriye Savaşının muhtemel neticeleri ve tesirleri: Faruk Adil
Stratejik Düşünce: Ahmet Selçuki
Cephe Gerisini Tutmak: Fatih Mehmet Kaya
Şevki Karabekiroğlu ile Mülakat: Metin Acıpayam
Keşfedilmemiş bir hayvan türü olarak Şiiler: İlyas Taşkale
Suriye İran’ın sonu olmalıdır: Ramazan Kartal
Suriye, AB’nin sonu olmalıdır: Ahmet Kamil Tuncer
Suriye Rusya’nın sonu olmalıdır: Mustafa Karaşahin
Suriye’nin anlamı: A. Bülent Civan
Rusya ve İran neden çekiliyor: Osman Kürşat Buharalı
Mücahitlerden Haber var: Ömer Faruk Sancaktar
Hilafet Batının da Kurtuluşudur: Yavuz Selim Silahtar
İhanet Şia’nın tabiatında var: Metin Acıpayam
---------------------------------------------------
DOSTUN KÜSMESİ NAZDIR, BİLENE…
Zaman fırsatı tanımayan ağır maişet mesaimden dolayı, şair dost Memduh Atalay’ın attığı zarflara zarf atamayışımdan, gönderdiği kelimelere tez elden kelime gönderemeyişimden, yârenliğine yârenlik edemeyişimden olacak ki, bir cümlelik bir zarf atmış ve “Sana küstüm abi” demiş.
Küsmesi hoşuma gitmişti. Çünkü niye küstüğünü bilmiştim. Hâl ehlince küsmenin iyi bir şey olduğunu zarflayıp atacaktım ki, şair dost elini çabuk tutmuş ve zarfını atarak, söylediği sözü şerh etmek, yâni fakirin gönlünü aşağıdaki mısralarla almak istemiş:
“Küsmek nedir bilir misin? / Küsmek dürüstlüktür... / Çocukçadır ve ondan dolayı saftır / Yalansızdır / Küsmek; Seni seviyorumdur / Vazgeçememektir / Beni anlatır küsmek / Kızdım ama hâlâ buradayımdır, gitmiyorumdur, gidemiyorumdur / Küsmek; nazlanmaktır, yakın bulmaktır, benim için değerlisindir / Küsmek; sevdiğini söyle demektir / Hadi anla demektir / Küsmek; umuttur, acabaları bitirmektir, emin olmaktır / Yani, diyeceğim o ki: Ben Sana Küstüm!
Sevgili ağabeyciğim; Nazım'ın dediği gibi, böyle bir yanı varmış küsmenin…”
Sedede geleyim; o fikirli dosta atacağım zarf şöyleydi:
Düz mânasıyla küsmek, avâmın, yâni kâl ehlinin huyudur. Bu neviden küsme duygusunda bedî, tasavvufî ve gönül cihetiyle bir derinlik yoktur. Sıradan, basit, malâyânî bir sebebe dayanır. yâni dost muhabbetiyle hemhâl olmuş bir gönlün küsmesine benzemez.
Hâl ehlinin küsmesi bedîi, tasavvufî ve gönül cihetiyle alâkalıdır. Dostunun duygularına kastî olmasa da alâkasını esirgeyen bir dosta geçici olarak küsülebilir. Dostu tarafından ihmal edilmiş bir dostun, dostuna küsme hakkı vardır.
Çünkü küsmek nazdır, alâka ve yârenlik beklemektir. Dostun zarflarına cevap vermemek, dostun gönlünü harap eyler. Vefaya, alâkaya alışmış gönül karşılık görmeyince üzülür ve dostun kelimeleri geciktikçe de gönlü küser, yâni gönlü bir müddet kapanır.
Tekke şiirlerinden mülhem türkülerimizde dostun küsmesi yüreğe dokunur şekilde dile getirilir. “Böyle mi olur küsüp gitmek / Seni seveni terk etmek…”
Bedîi ve gönül cihetinden küsmenin ilacı zarf atmak, zarfa cevap vermek ve yârenliği esirgememektir. Böylelikle küsmek zail olur.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.