Ahmet Doğan İlbey
Sadra şifa bir kitap: “Evin Mahremi Olmak”-2-
Ali Yurtgezen hocanın “Evin Mahremi Olmak(Beyit Şerhleri)” kitabının Semerkand Yayın Grubunun Eşik Yayınları’ndan çıktığını duyurmuştuk.
Yukarıdaki başlıkla yaptığımız girizgâhı, ikincisi olan bu yazımızda da hafıza tazelemek için tekrar ediyoruz:
Divan Edebiyatı’nın en seçkin beyitlerinin şerhlerinden meydana gelen ve “Evin Mahremi Olmak (Beyit Şerhleri” ve “Fuzûlî’nin Musammat Gazeli yahut Bir Vuslat Hikâyesi” başlıklarıyla iki bölümden oluşan bu muhterem kitap gönlümüzü, dilimizi ve fikrimizi âbad edecek, güzelleştirecek, edepli kılacak mâna ve bilgilerle dolu.
İlm-i-hâl bilgisinin ardından her Müslümanın okuması gereken bu güzide kitapta Osmanlı asırlarının irfanını manzum dile döken derviş meşrep Divan şairlerinin beyitleri şerh ediliyor ki, her şerh bir başka hâl üzere gönül tâlimi yaptırıyor. Okuyup meşk etmeden tadına varılmaz, tesiri anlaşılmaz.
KALBE NASIL SAYKAL VURULUR?
Kalbiniz paslanmış, ayna olmaktan uzaklaşmış ve parlatmak zamanı gelmiş diyorsanız, “Evin Mahremi Olmak “ kitabına müracaat ederek, “Kalbe Saykal Vurmak” şerhini tâlim ediniz.
“Kalbini tevbe ile jeng-i günahdan pâk et / Sildirir, doğru yürüsün diyen âdem saat? (Refî). [Saatinin doğru işlemesini isteyen kişi (nasıl ki onu bir saatçiye) sildirip temizletirse, (sen de tıpkı bunun gibi) kalbini tevbe ile günah pasından temizle.]”
Kalbe saykal vurmanın, yâni cilalamanın vecibeleri hülâsa ifadeyle şöyle:
“Kumaş tüccarı iken mesleğini bırakıp ilim tahsiline yönelen, daha sonra da Mevlevî dervişleri arasına karışan Refî Efendi, bu ramazan hazırlığını kalbin tasfiye ve tezkiyesinin gerekliliğine işaret maksadıyla mevzu etmiştir. Çünkü saatin vakti haber vererek bize vazifelerimizi hatırlatması gibi, kalbimiz de hatt u hareketimizi doğru bir şekilde tayine, akletmemize, kulluğumuzun icaplarını ihlâsla yerine getirmemize vesiledir. Mutaffifîn suresinin 14. ayetinde, işledikleri günahlar sebebiyle kâfirlerin kalplerinin paslandığı haber verilir. Ayette geçen pasın ne olduğu, nasıl meydana geldiği sadedinde bir hadis-i şerifte şu izahat vardır: Kul bir günah işlediği vakit kalbinde (nokta gibi) siyah bir leke oluşur. Eğer tevbe edip günahtan vazgeçerse kalbi cilalanarak (o leke silinir). Günah işlemeye devam ederse siyah lekeler çoğalır; hatta bir zaman gelir kalbi tamamen kaplayıp (karartır). Bütün bunlar kalbin kararmaya başladığının, saatin doğru çalışmadığının işareti henüz. Günahta ısrar edilmesi hâlinde kalbin tamamen paslanması ve mühürlenerek bir daha asla iş göremez hâle gelmesi gibi kâfirlere mahsus bir felakete düçar olmak da var. Onun için bu alâmetlerden herhangi biri belirir belirmez, halden ve vakitten anlayan bir ustaya koşup tevbe ile kalbe saykal vurdurmanın çaresine bakmalı.”
KALBİNİZ KARAKIŞA DÖNMÜŞSE BAHARLA DİRİLTİN
Kalbiniz karakışa dönmüş, karanlık ve soğuk; yâni menfi elemlerle dolu bir mevsim hüküm sürüyorsa, ruhunuz ve gönlünüz karakış mevsiminden bizar düşüp harap olmuşsa, kalbinizi karakıştan kurtarıp bahar gelmesini ve baharla âbad etmeniz gerek.
Adını andığımız ve gönül verdiğimiz kitaptan “Kalbi Baharla Diriltmek” beytinin şerhini ibadetlerden sonra her gece birkaç kez okuyun. Göreceksiniz kalbiniz ve gönlünüz mânevî baharla şenlenecek, açılacak, kendinizi asıl sevgilinin yanında bulacaksınız:
“Hevâ-yı aşka uyup kûy-i yâra dek gideriz / Nesîm-i subha refîkiz, bahâra dek gideriz.” (Nâilî-i Kadîm) [Aşk’ın hevâsına uyarak sevgilinin bulunduğu yere
kadar gideriz / Sabah esintisine yoldaşız; (ona eşlik ederek) bahara ulaşırız.]”
“Bahar, ‘adl eyyamıdır; günleri mutedil bir mevsimdir. Havası ne çok soğuk ne de çok sıcak olur. Gecesi ile gündüzü müsavidir. Hem bu itidali hem de yeniden dirilişin örneği olması bakımından İslâm’ın sembolüdür. İslâm da din-i adl’dir. Küfürle, şirkle, günahlar ve sapkınlıklarla kalplerini öldürmüş insanlar için yeniden hayat bulmanın imkânıdır. Peygamberlerin tebliğle vazifeli kılınması mânasına gelen ‘bi’set’, bu sebeple aynı zamanda ‘ölülerin diriltilmesi’ demektir. Nesim-i subh yahut saba rüzgârı, baharda seher vakti esen, ferahlatıcı, hafif bir rüzgârdır. Baharı müjdeleyen çiçek ve yapraklar bu rüzgârın tesiriyle açılır. Bahar onunla gelir yani. Onun için saba rüzgârı nübüvvettir; Rasulullah s.a.v.’e işarettir. Nesim-i subh’un nefhası ‘vahiy’; bunun baharı ya da dirilişi, imanın feyz ve bereketini, İslâm’ın güzelliklerini mümkün kılmak üzere hayata taşınması ‘nübüvvet’tir. Hz. Peygamber s.a.v.’in ilâhi bir nefha olan vahyi saba rüzgârı gibi getirip cahiliyyenin en karanlık devrini bahar kılması, yahut İslâm’la yeşertip nurlandırması, kâmil manada Asr-ı Saadet’te yaşanmıştır. Öyleyse bahar İslâm’dır ama hususen Asr-ı Saadet’te yaşanan İslâm’dır. ‘Saba rüzgârı’ Hz. Peygamber s.a.v., ‘bahar’ Asr-ı Saadet’te yaşanan İslâm olunca, ‘refik’ de Sahabe-i Kirâm Efendilerimiz olur. Arkadaş veya yoldaş manalarına gelen ‘refik’, aslında ‘bir şeye dayanarak onu hem tutmak hem de ona tutunmak suretiyle ve tam bir teslimiyet içinde o şeyle beraber yol alan kişi’ demektir.” Kalbi baharla diriltme tâliminin derûnu böyle… İbadetlerden sonra okumaya değer olduğunu kelimelerden anlayanlar daha iyi bilirler. Saba rüzgârı, Efendimiz (s.a.v.) olunca, bahar asr-ı saadetin kendisi ise, refik, yâni dost da “sahabe-i kiram” mânasına geliyorsa, bu şerh her gece ibadetlerden sonra okunmaya değerdir.
“AMAN” DİYE KİME TUTUNMALI, “AMAN” KİMDİR?
“Aman!” diye inliyor musunuz? Yalnız mısınız? Dostunuz yok mu? Mânevî yardıma mı ihtiyacınız var? Öyleyse, “Aman’ı Bilir misiniz?” beytini bir ehl-i dil nezaretinde anlamaya çalışıp, mânası üstüne tâlim yapın. Dergâh şiirlerinden bestelenmiş “aman”ı bol türkü ve ilahiler dinleyin. Aman… aman!.. Fakat önce, başucumuza koyduğunun bu kitaptan “Aman…” üstüne yazılmış beytin şerhinden başlayın.
“Ten gemidir bu cihânda ömr kurmuş bâd-bân / Bu denizde âşinâ bilmeyene yoktur amân. [Bu dünyada vücut bir gemidir. Ömür (de bu gemide) yelken açmış (gidiyor). Yüzme bilmiyorsa (yol aldığı) bu denizde kurtuluşu yoktur.]”
Hülâsa ifadeyle, “İnsanın bedeni, maddi vücudu bir gemi, dünya da denizdir. Ömür dediğimiz şey, vücut gemisinin dünya üzerindeki muvakkat bir yolculuğundan ibaret. Gemiyi hedefe doğru yüzdürmeyi bilmiyorsanız, batar,
helâk olursunuz. Dünyanın deniz gibi düşünülmesi, hem sathından geçip gitmek gerektiğine, hem tehlikesine işarettir. Tehlike ise fizikî bir ölüm değil, dünyaya gark olarak ebedî saadet yurduna ulaşmaktan mahrum kalmak. Yüzme bilmiyorsanız, yâni bu dünyanın üzerinden nasıl geçilip gidileceğine dair bir maharet kesbetmemişseniz, sizin için aman yoktur; emniyette değilsiniz. Gemi, deniz, yelken açmak, yüzme mecazdır. Allah Tealâ insanlara dünya yolculuğunda neyi nasıl yapmaları gerektiğini peygamberleri vasıtasıyla bildirmiş, nümûne-i imtisâl olsun diye salih kullar halketmiş, bize dünya denizinde boğulmadan nasıl yüzeceğimizi öğretmiştir. Yüzme manâsına âşinâ kelimesi bilhassa kullanılmıştır.‘Tanıdık, bildik kimse, dost.’ Dünya üzerinden badiresiz geçmenin de usûl, erkân ve bilgisi vardır. Ancak bizi seven, hayrımızı isteyen bir dost olmalıdır ki bütün bunları bize öğretsin yahut tâlim etsin. Âşinâ’nın dost manâsı burada öne çıkmaktadır. Herhangi bir müşkülde size neyi nasıl yapacağınızı salık vermeyen bir dostunuz yoksa işiniz yaman demektir. Onun için ikinci mısraı bu denizde kendisine yardım edecek hakikî dostu bilmeyene kurtuluş yoktur şeklinde de anlayabiliriz. Dost kimdir peki? Farsça olan dost kelimesi Arapça’da, bu arada Kur’an-ı Kerim’de velî kelimesiyle karşılanır. Dost’a nazaran daha şümûllü olmakla beraber velî kelimesinin bütün manâları bir şekilde muhabbete, yardıma, iyiliğe, korumaya, kayırmaya, işleri liyakatle yürütmeye dayanır ve bu tedaileri ile her zaman bir dostluğa işaret eder. Bu dünya denizinde kul Allah’ı, peygamberi veya kâmil mürşitleri bilmiyorsa, onun için kurtuluş yoktur. Dost olarak Hz. Peygamber s.a.v. veya evliyaullahtan hangisi kastedilirse kastedilsin, silsile gereği bunların her ikisi de Allah Tealâ’ya râcidir. Bu beyitte hususen Rasûl-i Ekrem s.a.v.’e işaret vardır. Zira bir yardım ihtiyacını, emniyet talebini yahut tehlike karşısında korku ve sakınmayı ifade eden ‘aman’ nidası, ebced hesabıyla Efendimiz s.a.v.’in ism-i şerifi olan Muhammed’e denk düşer.”
Anlaşıldığı üzere, “Aman” diyen nidamıza, feryat eden yüreğimize ancak dostlar koşacak, yâni velî vasıflı dostlar… O zaman dostluk şiarımızı güçlendirmek için bu muhterem kitabı ibadetlerden sonra dünyalık kitapların en değerlisi olarak her gece meşk edelim…
DUT YAPRAĞINDAN ATLASA, YÂNİ HAMLIKTAN KEMALÂTA…
Ben adam olamam, çiğ ve hamım, diye evhama kapılıyorsanız; hangi terbiye usulü beni kemâlata yükseltir, diye tereddütleriniz hafakanlara dönüşmüşse sızlanmaya gerek yok; “Dut yaprağının bile atlas olacağına” işaret eden tasavvuf dut yaprağından atlasa, yâni hamlıktan kemalâta erişebileceğimize çâre gösteriyor.
“Evin Mahremi Olmak” kitabından ”Dut Yaprağı Nasıl Atlas Olur?” beytinin şerhi, hamlığı sembolize eden dut yaprağının kemâlat mânasına gelen sağlam, parlak ve güzel bir kumaş olan atlas olabileceğini anlatıyor.
“Kendini berk tut, dahi himmet eteğin berk tut / Terbiyetle gör nice atlas olur, berg-i dut.” (Kemal Paşazade) (Dut yaprağının terbiye ile nasıl atlas olduğunu gör de kendini ve himmet eteğini sağlam tut.)” Dut yaprağı misali ham kalpleri atlasa yâni kemalâta dönüştürme yolunu açan beyit şerhinin hülâsası şöyle:
“Atlas, ince ipekten çok sık dokunmuş, son derece sağlam, dayanıklı, parlak, güzel ve değerli bir kumaştır. Atlasa bu özellikleri kazandıran ipek ise, ipekböceğinin salgısından elde edilir. İpekböceğinin bu salgıyı üretebilmesi için dut yaprağıyla beslenmesi gerekir. ‘Dut yaprağı’ ipekböceğinin sindirim sisteminden ‘ipek’ olarak çıkar ama bu işlem o kadar kolay ve kendiliğinden değildir. İpek üreticileri zamanını iyi hesaplayarak ipekböceği yumurtalarını temin eder, belli bir sıcaklıkta saklar, vakti geldiğinde özel teknelere yerleştirilmiş dut yaprakları üzerine bırakır. Baharda yumurtadan çıkan larvalar kıyılmış taze dut yapraklarıyla özenle beslenir. Bir buçuk ay kadar sonra artık iyice olgunlaşan ipekböcekleri ağızlarından iplik şeklinde salgıladıkları yapışkan bir madde ile kozalarını örmeye başlar. Yine zamanı dikkatle kollanarak bu kozalar buhara tutulmak yahut sıcak suya atılmak suretiyle yumuşatılıp lifler hâlinde ayrıştırılacaktır. Nihayet kozalardan elde edilen ham ipek lifleri daha sonra işlenecek, iplik haline getirilecek, dokuma tezgâhlarında atlas kumaş halini alacaktır. Demek ki bir mevsimlik ömrü olan, dayanıksız ve zayıf bir dut yaprağı bile sabırla, özenle, dikkatle geçirilen bir terbiye sürecinin sonunda güzel, sağlam ve çok dayanıklı bir kumaşa dönüşebilmektedir. Öyleyse insan da aynı tahammülü gösterip bir terbiyeden geçerek fani varlığından, zayıflıklarından sıyrılır; atlas kumaş gibi kalıcı ve sağlam olabilir. ‘Berk’ kelimesi Türkçe’de ‘sıkı, kuvvetli, muhkem, sağlam’ mânasına kullanılır. Farsça’da ise ‘yaprak’ demektir. İlk mısradaki ‘kendini berk tut’ ifadesi bu sebeple hem ‘kendini yaprak farzet’ mânasına gelir ve dut yaprağının atlasa dönüşmesinden hareketle, kemale ulaşabileceği hususunda insana ümit ve cesaret verir. Hem de ‘kendini sağlam tut, nefsine hâkim ol, kemale ulaştıracak bir terbiyeye tâbi tutulduğunda tahammül göster’ demektir ki bu defa terbiye sürecindeki zorluklara ve sürdürülmesi gereken kararlılığa işaret eder. Terbiye, çiğin pişirilmesi, hamın olgunlaştırılması işlemidir. İnsanın beşer iken adam edilmesidir. Kendiliğinden olmaz. Zaman, sabır ve emek ister. Bu işin yolunu yordamını bilen ehil bir mürebbi ister. Bakırı altın, dut yaprağını atlas eyleyen böyle bir terbiyenin kimyası himmet sahiplerinin elindedir. Öyleyse onların eteğine sıkıca yapışarak, talimatına harfiyen uyarak, onlarla yürümek gerekiyor. İnsan dut yaprağı misali. Bir mevsim sonra gazel olup çere çöpe
karışmak da var, atlas kumaş hâline gelip kalıcı olmak da. Ama dut yaprağı durduk yerde atlas olmuyor.”
--------------------------------------
Bu muhterem kitabın derûnunu meşk etmeye devam edeceğiz.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.