Ahmet Doğan İlbey
Korona günlerinde dost şiirleri okumak
Zâlim ve insafsız koronavirüs dostlardan ayrı düşürdü. Yüreği ve kalbi yokmuş, dostluk nedir, firak nedir bilmezmiş koronavirüs. Sokakları işgal etti, yasak koydu, eve hapsetti. Dost yüzü ve sesine hasret koydu. Yavaş hayata geçtim ve geceler yârim oldu. Dost hasreti gönlümde demlendi de demlendi, dost hüznü çoğaldı çoğaldı da. Bundandır ki dostların şiirlerini kıraat ederek şifa buluyorum. “Nefes” Fikir cephesinin yaman savaşçısı, medeniyet müdafii ve “Ben Bilge Kişi’nin dilencisiyim” diyen İsmail Göktürk’ün meftun olduğum hocasına yazdığı “Nefes” şiiriyle başlıyorum gece yarısı dostluk tâlimime. -Ali Yurtgezen Hocama hürmetle- “Merhamet et hâlime, her şeye agâhım Ali
Var mı senden başka söyle, ilticâgâhım Ali”
Neyzen Tevfik “Ehli hâl değilim, esrârı kapalı semânın / Esmâya muhatap âdem olamadım Ali / Pür kusurum hem pişman, şâkisiyim daru’l emânın / Dünyaya yüzüstü düşmüşüm, doğrulamadım Ali / Bunca yıl kapındayım, yine ağyârım Ali / Nâçârım, eşiğinden geçmedi âhu zârım Ali / Rind-i Kerbelâ iken dilencisiyim dergâhının / Ahvâli arza ne hâcet, müşkilim sana âyandır / Meczûbuyum, hayrânıyım ilm-i ledün mâhının / Ahâlî ta’n eylemiş, hâlim ehl-i irfâna tuğyandır / Kuşatılmış sadrım, hem zebunum dermânım Ali / Nedâmetten melâmete kalbet fermânım Ali / Mâsivâ pazarında rüsvâyım, gönül âyinem kırıldı / Azatsız köleni gör, kaç efendiye satılmışım Ali / Unuttum erkânı, sıdk u sıfatım özümden ayrıldı / Yüzgeri etmeden sor, kaç kapıdan atılmışım Al / İkrârımdan hezâran dönmüşüm, arsızım Ali / Aramam senden gayrı melce’, umarsızım Ali.” “Marallar oymağında bir ceylanla oturup ağlamak” Seher vakti derûnuma iyice işliyor, tâlime devam… Merhametli yüreğine kuş, çocuk, ağaç, anne, baba, dede ve nineler yuva yapan, onların sevgisini mısralara çeken ilk göz ağrım Hasan Ejderha’nın “Marallar oymağında bir ceylanla oturup ağlamak” şiirini gözyaşlarımı tuta tuta okuyorum: “Hüznünü dağlara savuran / senin kırılgan ürkekliğin yok mu ceylan / ruhumu kanatlandıran /an be an kaçmaya hazır hâline / ne aşklar susadı / Ah ceylan!/ ürkek aşkların zarif sultanı / karanlıkları silen aydınlığını / saklama dağlardan
senin gözlerinden kopan / bir deniz boğulur bende /merhametin ziyası sende parlar / güzellik sende kanat açar göklere / Beni böyle koşturan arkandan / bir avcılık hâlidir sanma n'olur /aşka uçan turnalar içimde kanat vurur /denizler içimde kudurur / okyanuslar içimde durulur /sana âşık her avcı içimde vurulur / İn ovalara ceylan! / bu yürekle sana haykıran / en soylu ağıtları sunmalıyım / Bir tel hıçkırır derinden / gözlerinden kopan bir damla yaş aşkına / bir yiğit ölür pusuda haybeden / yapılar yükselir göğe şehirlerden / ağır yükler altında sokaklar erir / binlerce insan binlerce yalnızlığı emzirir / İn ovalara ceylan! / buralarda yaşanmaz sensiz / şehirler kurmalıyız ceylanlar gezinen / kuşlar uçmalı göklerinde şehrimizin / marallar olmalı sokak başlarında / körpe yavrularını emziren / şaşırıp kalmalı avcılar iz sürerken / Ay ceylan! / Boynumda bir vebaldir çağın insanı / kirlerinden oluşmuş zamanın lisanı / her şeyin üstünde işgal var / bunalıyorum ay ceylan / içinden çıkamadığım bir hâl var / ya sen balalar balası / yüreğinde ateş, gözlerinde hilâl var / Sen ve ben ceylan / cerenler bizi izlerken yükseklerden / asrın çizgilerini çizmek üzre / hayatı hüzn’olan turnaların / aşkına denk bir aşkla / çeteleler tutmalıyız yine aşklara dair / Ceylan ceylan! hüznünde beni an / senden aldığım yaralardandır / yüreğimden sızan kan / Sen sultansın nazlan ceylan / Yürekler kanatan naz var sende / Kıtalara yayılan yaz var sende / Bir kurşunla hazan olan güz var sende / Her hücremde gezinen iz var sende / Yüreğime sürekli batan biz var sende / Sen sultansın nazlan ceylan / Senden aldığım yaralardandır / Yüreğimden sızan kan” “Yola Koyulan” Sahur bereketi, seher vaktinde ince ve ulvî bir sızılarım hâlâ var, seviniyorum. Bu sızıyla, uzak Batı gurbetinde çile çeken şair-i âzamım Mehmet Narlı’nın “Yola Koyulan” şiirini okuyarak devam ediyorum: “Hıra kadar Müslüman Tanrı Dağı kadar Türk / olduğumu unutarak daha doğrusu unutturarak / bekledim gökte kara yerde haki bulutların dağılmasını / iskambil ve ciğer dürümü ile çocuk bahçesinin oralarda / kırılmış yoksul hançeri fersiz göz harcanmış son para / olarak mı kalacağım dedikten dört mevsim sonra / durdum patlıcan çuvalı yün yorganla kapısında müftü okulunun / kendimce şair herkesçe mahcup ve daima köylü olarak / ışık ne doğudan ne batıdandır dedi öfkesi boyunu aşan kişi / Allah’ın ışığı âlemleredir ve vardır müslümanca ölmenin bir yolu / ablak yüzlünün elinde bir kitap: Atatürk’e göre Kur’an nasıl okunur / su kaynatan bir motoru göreniniz çoktur işte öyle / taşıp koridorlara taşıp caddelerine çiftliğin / bütün bildiklerim dolanarak ayağıma / ne oluyor Ahmet dedim ne çok şey biliyor insanlar / anamın duasını törenin devletini Osman’ın rüyasını / sonradan Maturidî olduğunu öğrendiğim aşklarımı / öyle emin öyle mağrur nasıl küçümsüyorlar / yahu genetik izin vermez dediysem bile / dostum ısrarcı oldu devrimci olalım diye / üç kişilik odada toplanıp on beş kişi ve iki yedek / bastık tütünü bastık türküyü kekremiş dilimize / ‘yaprak döker bir yanımız bir yanımız bahar bahçe’ / daha da konuşmam artık çekildi derler ne güzel / ne güzel küçük ve lüzumsuz dünyamla / dolaşırım ben de şiirin parmak uçlarında / başparmak Sezai ortası ismet küçüğü Attila / ‘başım eğik dilim kapalı gözler kan çanağı’ / geçtim müftü okulundan edebiyat sahanlığına.” “Tütün ve çay” Dost deyince gecenin ikinci yarısı, Sivas’ın fikirli soğuğu, yufka yürekli çoban, günde beş vakit şair ve fakîre “anam” diyen Memduh Atalay’ın “Tütün ve Çay” şiirini okuyarak gönül tâlimimi hızlandırıyorum: “Aşk şiiri yazamazdı Hasan Hüseyin / Çünkü aşk şiirden önce gelirdi / Ben adını ağaca yazdığım günden beri / Bir ileri iki geri ama sen hep şiirden içerisin / Adam aldırma demeden tam ortasında savaşın / Cihadın derdik eskiden eskimeyen dâvalar zamanında / Şimdi yedeğindeyiz karşı çıktığımız das kapital dâvasının / Ve savaşımızın tam ortasında das kapital / Şiirini de yazarız aşkın resmini de çekeriz gözyaşının / Gel merhamet rozeti satın alalım kadın uğultulu bir kermesten / Üzerinde az fikir de olsun eskiyi hatırlatan / Dergilerde adımız protokolde yerimiz sağlamlaşsın / Eskinin anısına / Severken de çocuktuk kavgada muzafferken de / Ağladık hep emellerin boş kalan avuçlarına / Bizi bulutsu gözlerimizden tanıdı tarihin tüm Hüseyinleri / Namlular bizi gösterdiğinde aynı sesin yankısı / Bıçaklar keskinleştiğinde bizdik yine Allah’ın aslanı /Ali’den gelen bir damarımız var ki hep dimdik korkusuz / Ölümü güzelleştirdik ve ismimiz yaşadı çocuklarda / Adam gibi ölmesini bildik şükür / Kâra tahvil etmeden / Şimdi aşktan ayrı görünen yüzümüzü çok katlı bir muska gibi / Ağaran saçlarımız örtüyor hal ehli bilir / Tütün gibi sarıp yaktık dünyayı / Çay gibi ikram ettik tüm dünyalıkları / Neyimiz var boş bardak ve bir içimlik tütünden başka / Belli yerimizi yadırgadık bizi yadırgadı tüm kartviziti olanlar / Biz bir gölge gibi geçtik / vicdanlarınızın ve eşyalarınızın arasından / Ve dünyayı bir katır gibi tutup yularından / Dünyalıkları dünyaya sığmayanlara / Musalla kardeşlerine ve iz süren avcılara /
Bıraktık”
“Çöl uyandıran yağmur” Seher vakti kalbin uyanış saati… En çok tâlim ettiğim ve kendim olduğum ânlar. Bu geceyi dost şiirleriyle yollamak istiyorum. Kelimelerin en nariniyle, en sessiz ve yumuşağıyla şiir yazan şair Yasin Mortaş’ın “Çöl uyandıran yağmur” şiirinin 1. bölümünü okuyup saadet asrına kanatlanıyorum:
“Sıcak su / buza keser mi? / Ey Nebî / bu ne garip bir ateştir / kalbim, kendi çölünde ateş ateştir!... / Kendi kavıyla yanan kibrit / ve suyu çekilmiş sünger gibiyim /40 dereceyle duruyorum hayat ortasında / Saatler ateş aldı yine Ey Nebî!... / Hangi gözümle baksam yüzlere, putperest / Sağımda kâhin panayırları / solumda şeytan kabileleri/iyilik cesetleri / Karaya oturmuş bir deniz gibi kalbim / denize tutunmuş bir dağ gibi ellerim / Bir kandil rüzgârı / büktü de boynumu / gelmedin Ey Nebî!... / Kanımda ateşgede / süvarilerin nal çıngıları / günümü tutuşturur ve üstüme döker gece küllerini / sesimi içer kinim/rengimi tutar çöl / yatsılara yaslanan ay saklar ışığını / Sen, ‘açıl!’ dediğinde açılan ay / ‘kapan!’ dediğinde kapanan ay / şimdi gözlerimde / gece lekeleri / (Yoğun aşk yağmurları özetliyorum sabrıma / rengim yıkandıkça açılıyor Habil yanlarım) / Gel desem / kalbime ışık tut desem /gelir misin Ey Nebî?... / Beni kurtar Ey Resûl! / Gök bir yağmur kasidesi gibi hüzün içiyor / ‘O’ kâinata güneşten bir elbise biçiyor / bir çocuk anne sütünden geçiyor / anne çocuğun aşkından geçiyor / ırmak deniz küskünü / yol kendine uzak bir menzil / güneş üzerine güneş çekiyor / ağaç baharı özlüyor / çöl / Medine kuşuna su oluyor / Mekke / bir hurmanın dalında / Peygamber ağlamaları saklıyor / (Ey kalbimde Hacerü’l Esved dokunmaları büyüten Mekke! / Seherin melek kanatlarından incinmiş yel! / ütülenmiş şafak gibi takıl sızılı tüllerimize / bir Medine tebessümüyle açılsın Ensar pencereleri.) / Sen / İkindi gölgesini tutmadan / ve akşam geceye tutunmadan / niçin gelmiyorsun / Ey Nebî?... / Bir gözümüz diğerine muhalif / aynalarda uzayan yalnızlık gibi elif / Hıra aydınlığında sertliğini unutan taş metaneti / Cibril yağmuruyla telaşlaşan çöl harareti / dağlarda bir peygamber titremesi / bir Hatice sessizliği yağmurlarda / soğumamış azığın ahret çözülmesi / gözlerimizden sağanak bulut terlemesi / kalemlere sonsuz mürekkep çekilmesi / (İçimde taşan hayatı / bir balçık özetiyle kuruttum toprakta / aynada tozlanan bakışları not tuttum / öyle baktım alnıma sıvanmış utançlara) / Sen / Allah’ın elçisi / rüzgârsız yapraklarımız döküldü / neden gelmedin Ey Nebî?... / Bu çağda / mumu kurutmuş ateş, bu ateş nasılsa? / taşa dadanmış bir acı, bu acı nasılsa? / şeytana akan bir kan, bu kan nasılsa? /çıngıya dokunmuş bir bulut, bu bulut nasılsa? / gölgeye tutunmuş ikindi, bu ikindi nasılsa? / kuşa tutulmuş cıvıltı, bu cıvıltı nasılsa? / kelime çağıran bir lügat, bu lügat nasılsa? / kaşıntı tutkunu bir yara, bu yara nasılsa? / harf unutan bir kalem, bu kalem nasılsa? / anne büyüten bir çocuk, bu çocuk nasılsa? / rüzgârı eğen bir başak, bu başak nasılsa? /sesini arayan bir ses, bu ses nasılsa? / kurdu çağıran bir kuzu, bu kuzu nasılsa? / geceye seğirten bir gün, bu gün nasılsa? / olta çağıran bir balık, bu balık nasılsa? / aslana bürünmüş bir ceylan, bu ceylan nasılsa? / akbaba çağıran bir leş, bu leş nasılsa? / bulutu unutan bir yağmur, bu yağmur nasılsa? / Nasıl olursa olsun EY RESÛL!” Hülâsa-yı kelâm; şiirle gönlünüz âbad oluyor, şifa buluyorsanız, mübarek ramazan ayında korona kâbusuna karşı siz de şiir okumayı bir deneyin, derim.
Korona kâbusu görüyorsanız şiir okuyun
Mübarek ramazan-ı şerifi bu yıl koronavirüs denen salgının dehşetiyle birlikte idrak ediyoruz. bunda da bir hayır, diyerek mütevekkil ve sabr-ı cemil olmaya çalışıyoruz. gücümüz ve direncimiz orucumuzdur, duamızdır, zikrimizdir. bu ulvî vazifelerin üstüne gönlü âbad eden şiirler de kalp ve dimağımızı kavî kılacaktır. fakîr-i hâkir geceleri, dost şairlerin şiirlerini kıraat ederek gönlümü âbad ediyorum. bu gece türk şiirinin beyaz kartalı “anadan doğma şair” bahaeddin karakoç’un “kalûbelâdan beri muhacirim ben” şiiriyle başladım gönül tâlimine:
“Kalûbelâdan beri muhacirim ben”
“Kalûbelâdan beri muhacirim ben / her nereye gitsem ensâr karşıladı / bir at, bir kurt, bir yılan anladı da / kendi cinsimden olanlar anlamadı / omuz vurup geçenlerin açtığı yara / kevgire çevirdi sevdalı yüreğimi / ey sevgili / ne zaman darda kaldımsa / hep sana yazdım arzuhalimi / hep sen yetiştin imdada / bir kabir kapınsın ağzında / ne bir münker, ne de bir nekir'im ben / gezginim, bu yüzden yosun bağlamam / kalûbelâdan beri muhacirim ben / herkes için göz yaşı dökerim de / kendim için ağlamam / yeni bir sevda türküsü duyduğumda / turnalar havalanır yüreğimden / adına muvaşşah şiirler yazarım / leylâkî zaman dilimleri bereketlenir / lâleler esrür emdikleri çiy damlalarından / aşkın ile yüreğimi pazarlarım / hangi yöne dönsem hep benimlesin / ruhum sana uçmaya niyetlenir / ey sevgili / aşkın ile yanar parlarım / kalûbelâdan beri muhacirim / dolaşıp duruyorum diyar diyar / aşkın deryasında arındı kirim / artık karanlığı aydınlatacak bir mumum var / limandaki gemi demir alıyor / lâhurî şal gibi dalgalanıyor sular / ay'ın dogması yakın / hızır'ın vakti mayalaması / uzak değil / ey sevgili / kamalaklı kara-ardıç ormanlarında / bengitaşa konmuş bir bahtlı kuşum / rivayet ne olursa olsun / sevdana adamış serimi / bengisulardan içmişim / bengisularda yunmuşum.”
“Merhaba (nefsi üçten dokuza boşayan er yiğitler)”
Böyle günlerde, usta şairlerden ilk göz ağrım olan abdurrahim karakoç’un şiirleri hep başucumdadır. yüreğimi kâvi kılar, fikrimi güçlendirir. koronoya karşı durmaya ve nefsi mağlup etmeye birebirdir şiirleri. gece tâlimlerine onun “merhaba” (bendeniz bu şiire ‘nefsi üçten dokuza boşayan er yiğitler’ adını vermiştim) şiirini okuyarak koronaya ve nefsime meydan okuyorum: “güneşin gölgesinde yatıp, serinleyenler / yitirse üzülmeyen, bulsa sevinmeyenler / buzdan ateş yakanlar, taş pişirip yiyenler / mide saltanatına boş verenler merhaba / nefsi üçten dokuza boşayan er yiğitler / yüreği kardan beyaz, bahtı esmer yiğitler / batılın önünde set, hakka rehber yiğitler / fazilet kavgasında baş verenler merhaba / ey! aşk gülü dikenler: nefret, kin ocağına / ey! hak mührü vuranlar, haksızlıklar çağına / ya toprağın koynuna, ya zindan kucağına / evlat, gardaş, arkadaş, eş verenler merhaba.” abdurrahim karakoç ağabeyin kavruk ve derviş yüzü gözümün önüne geldi. “yetmez” dedim, ondan bir şiir daha kıraat ettim: “bağladım nefsimi zincir yulara / dünyayı duvara astım; gel de gör / rahatı huzuru attım kenara / çileyi bağrıma bastım; gel de gör / yürüdüm sel oldum, durdum göl oldum / mazluma, mağdura kıvrak dil oldum / zulüm sıcağında serin yel oldum / yürekten yüreğe estim; gel de gör.”
“Türküler”
Türkülerle gönül tâlim etmek ihtiyacı duyunca, bağlama çalan, türkü söyleyen, yüreğini toplayıp kendini dağlara vuran, dağlara şiir yazan, “ben türkülerin dilini şehirlerarası yolculuklara ilk başladığım zamanlarda anlamaya başladım. o dil gönül dilidir, o dil çâresizliğin, acının, hasretin, uzletin dilidir” diyen şair ali ihsan kekeç’in “türküler” şiirini okuyorum sahura yakın. “gezinir bağında oymağın elin / açar has bahçenin gülü türküler / gurbete vurunca yolu yiğidin / dile gelir gözü sulu türküler / yayla yamacından dağın kışından / bir garibin gözündeki yaşından / doğar şu karşıki pınarbaşından / şu deli çayların seli türküler / biz türkmen yurdunda yiğit beyleriz / türkü ile uyanır türkü söyleriz / türkülerle coşar düğün eyleriz / gönül gözümüzün dili türküler / yavruyu yitirdim oba virane / muştuluk vereyim onu görene / yoldaş olur biner kara trene / gider gurbet elin yolu türküler (…)
“Kuş sofrası”
Kalp ve nefis tezkiyesi ve her bakımdan paylaşma vakti olan oruç ayı’nda gönül tâlimi şair ali akbaş’sız eksik olur. arı duru ve gönlü cömert şair, gönlü olanları, yâni hazreti insan olanları “kuş sofrası” na çağırıyor:
“bir yudum yağmur suyu / ve bir dilim dolunay / soframız kuş sofrası / ninniler söylesin çay / soframız kuş sofrası / üstümüz yayla göğü / altımız yurt toprağı / büyü bebeğim büyü / ekmeğin gül yaprağı / soframız kuş sofrası / güneşten damıtılmış / içtiğimiz bengisu / uğur getirsin diye / dâvet ettik yûnus'u / soframız kuş sofrası / gökyüzünden mavilik /buluttan süt sağarız / gelin öksüzler gelin / kırkımız da sığarız / biz yemeden doyarız / soframız kuş sofrası.”
“Çağın hastalığı”
Ruhsuz ve kalpsiz modern çağ bütün kirliliği ve salgınlarıyla üstümüze geliyor. türkçe muallimi şair enver çapar’ın “çağın hastalığı” şiirini okuyunca sahur vakti, kalp ve gönlümüzden aldığımız darbelerin acısını bir daha hissettim: “nereden nereye geldik de / insandan insana varamadık / köprüler kurduk, nehirler böldük / bir selam geçiremedik karşıdan karşıya / bu kadar yakınken dokunamadık yüreklere / bolluk çağındayız da insanı seçemiyoruz uzaktan / bakıp da göremediğimiz hayatlar nerede yaşanıyor / kara gözlükler de puslanır mı soğukta acep? / her derdimize derman olan / muhabbet kalkınca ortadan / boşluğa düştü insan, bunalım takılması ondan / manasız bakışlarla maddeye bağlandık / hayata anlam arıyoruz oturduğumuz yerden / rahatlık batmalı, dert aratmalı / insan olduğunu hatırlatmalı ki / kalkıp bir şey yapmalı / eskiden insanlar şükür bilir, kanaat ederdi / her şey yaşlı bir ninenin yüzü kadar netti / sade ve yavaş hayat ne bereketliydi / insan insana yeterdi / çağın hastalığı, ihtiyaçlar listesi / doymayan nefsin yeni reçetesi / ruhun gıdası mı diyor birisi? / çok kısık geliyor sesi.”
“Yediklerimizin hesabını tanrıdan önce kabuğa kemikleri çıkık çocuklar soracak”
Sahura yaklaşırken, türküdarım şair fazlı bayram’dan okuduğum şiir ok gibi yüreğime saplandı. sarsıldım, sonra kendime geldim. iyi ki okumuşum. siz de okuyun, faydası olur: “sanırım yediklerimizin hesabını tanrıdan önce / kaburga kemikleri çıkık masum çocuklar soracak.”
Her müslümanın ve dünyanın her yerindeki insanın beynini zonklatacak bir sual bu. hâsıl-ı kelâm; şiir tâlimi (siz buna okumak, deyin) iyidir. emir veren, baskı yapan yok, kendi kendinesiniz.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.