Ahmet Doğan İlbey
Ana ile oğulun dostluğu
Şair ve derviş ana ahreti çok arzu ediyordu. Bir ân evvel gitmek istiyordu asıl vatanına. Gittikçe görmez olan gözleriyle, gittikçe konuşamayan dilinin kıpırtısıyla Azrail aleyhisselâmı çağırdığını söylemek istiyordu oğula.
Sıhhati yerindeyken de, canı üstüyken de söylerdi bunları oğula… Hastaneye yattığında kısık sesiyle söylemişti uçup gideceğini. “Elli gün gün sonra ölürüm, çünkü babam da yatağa düştüğünde elli sonra öldü” demişti.
Emr-i hak vâki oldu, ecel geldi, şair ve derviş ana uçtu gitti asıl vatanına. Yalnızca anası mevtâ olmamıştı oğulun. Bir dildaşı, bir dostu uçup gitmişti bu dünyâdan…
Oğul, anasının mâzisine daldı gitti. Bir ömür geçmişti ana ile oğulun dostluğu üzerinden… Sadece anası değildi, sohbet arkadaşıydı. Aynı dili kullanırlardı ana ile oğul. Aynı irfânın, aynı tarihin, aynı muhit kültürünün insanıydılar.
Şüphesiz her ana iyidir, merhametlidir, evlâdını yüreğinden sever. Fakat derviş ve şair ana, vasıfları ve diliyle alaylı bir irfan ehliydi. Okuması yazması yoktu. Eski mahalle kültürünün zemini olan mukabele ve kadın sohbetlerinde dinleyip öğrendiklerini pek güzel anlatırdı. Her ziyarette, her buluşmada neler anlatırdı neler!
Bir gence taş çıkartacak hâfızaya sahipti. Dimağı ve kalbi faydasız okuma ve öğretimden bilgi kirlenmesine uğramamıştı. Modern nesiller gibi televizyon ve telefon âfetine mâruz kalmamıştı. Şifahî kültürün taşra temsilcisi dense yeridir. Anadolu taşrası seviyesindeki kıssa kültüründen ve irticalen şiir söylemekten başka bir şey yoktu dimağında. Zihni berrak, arı duruydu.
Her mevzuu, her meseleyi bir kıssa anlatarak izah ederdi. Anlamlı ve mesajı olan, nasihat veren hikâyelerdi tane tane anlattıkları… Anlattığı bâzı hikâyeler Bostan ve Gülistan’ın dilinden bozmaydı sanki…
Eşinin vefatının üzerinden hayli zaman geçmesine rağmen hiçbir zaman yalnızlıktan şikâyet etmedi, ümitsiz olmadı. Meşreben tasavvufî mânada bir hüzünkârdı o. Hiçbir şeyden şikâyet etmez, kimseye kötü söz söylemezdi. Tarikatsız bir derviş kadındı.
Oğul, anasının evinde kimseler olmadığı zaman kalırdı. Sırf onun asude ve sâkin sesiyle anlattıklarını dinlemek için tek başına ziyaret etmeyi ve kalmayı yeğlerdi. Değme sohbetçi ve seminerciler onun yakın mâzi ve muhit hâtıralarını nakledişini dinleselerdi eminim kıskanırlardı.
Oğul, dedesinin babasının Yemen’de “su su..!” diye şehit oluşunu her dem taze bir üslûpla en acıklı tarafıyla hep anasından dinler ve kendinden geçerdi. Ana tarafından dedesinin babasını Maraş-Fransız Harbi sırasında köy bağlarındayken Ermenilerce şehit edildiğini yine anasından dinlerdi de “ah!” deyip inlerdi.
Anasının “İsmet dönemi, kıtlık zamanı” dediği 40’lı yılları anlatışı başka nakilcilere göre daha bir trajik ve hikâye tadındaydı. Hâfız Hoca’nın ahırlarda kızlara Kur’an okuttuğunu, jandarmaların köyü basıp, imkânsızlıktan az sayıda olan Kur’an-ı Kerîm kitaplarını topladığını, hocayı yakasından tutup tartakladıklarını, buğdayların saklandığını ve o devrin yoksulluğunu öfkesiz ve hüzünlü bir lisanla anlatırken, halkına zulmeden bir devletin inkıraz romanını okuyormuş gibi olurdu oğul.
Dedesinin 40’lı yılların ortasında köyden şehre ve civar ilçelere katırlarla yaptığı “tecirlik”(tâcir) hayatını, “İsmet’in partisiyle” nasıl mücadele ettiğini ve 50’li yılların başında “Demirkırat Partisi” ni köye nasıl taşıdığını menkıbe üslûbuyla anlatırdı.
Merhametli narin yüreğiyle eski zaman evinin ayazında bir derviş şuuruyla kuşlara ve kedilere yem bırakırdı. Her sabah ve ikindi üzeri evinin sokağa bakan kapısına çocuk şakirtleri gelir, kapıyı çalar ve “kağıtlı şeker” lerini alarak kuş cıvıltısı şakraklığıyla sokağa dağılırlardı.
Oğul başta olmak üzere eve gelen çok kimseye takvim yaprağının arka sayfasındaki ayet ve hâdisleri okuttururdu. Namaz onun hiçbir şartta vazgeçilmez bir ibadetiydi. En ağır hastalıklarında dahi namazı geçirdiğini gören ve duyan olmamıştır. Son yıllarında ve vefat etmeden elli gün öncesine kadar yatağında kiremit üzerinden teyemmüm ederek eda ederdi namazını.
Çok ağır hasta değilse şayet her gece doksan dokuzluk tesbihiyle Allah’ı tesbih eder, tehlil ve tekbir getirir, yorulduğunda düğüm atardı. Küçük büyük, yanına gelen herkese “amenerresûlü ve yâsin sûresini okursan hiçbir kötülük ve şer bulaşmaz ve korkmazsın” diye nasihat ederdi.
Ziyarete gelen eski mukabele dostlarına “Yeni dualar buldunuz mu?” diye sorardı. Oğulla sohbet ederken bir gün kapı çalındı, eski bir mukabele dostu teyze geldi ve “Bacım yeni dua buldum, elini kalbinin üzerine koyup okursan şifa bulurmuşun…” diyerek sohbet etmeye başladı. Hemen oracıkta “bulunan duayı” birkaç kez dinleyip ezberledi.
Anlatılana göre ilk gençliğinden bu yana orucunu tastamam tutan bir mümine kadındı. Vefat ettiği seksen dokuz yaşından altı yıl öncesine kadar orucunu muntazam tutardı. “Hocalara danıştım, sana oruç düşmez, fitreni verirsin…” diye çok çabaladı oğul. Fakat kabul ettiremedi.
Rahatsızlığı artınca, muhitin bir hocası aracı tutuldu ve öylece bıraktı orucu. Tutmadığı oruçlarının fitresini oğul dışında birkaç kişiye daha sorar, hesap ettirir, eksiksiz olarak verirdi.
İşte böyleydi derviş ve şair ananın hayat hikâyesi… Kendi düzdüğü kısa şiirler okurdu. Okudukça, oğulu bir hüzün kaplardı. Oğul, babası askere gidince bir haller olmuş ve derviş ana oğlunu şiirle avutmaya çalışırmış:
“Sarı Ahmed’im
Gadan alam sürmeli oğlum
Beklet babanı göle gidek
Canım ruhum sarı Ahmed’im
Çok ağlama baban güzel yere gitti
Çok ağlasak gelir m’ola
Selâm salsak alır m’ola…”
“Ah!” diye inledi oğul bu şiiri yazıya geçerken… “Yalnızca anam değil, dilimi bilen bir dildaş uçtu gitti ahrete…” dedi…
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.