Ahmet Doğan İlbey
Sahaf Hasan Efendi
Ekim ayının güz kokusu hissedilse de hava açık ve güneşliydi. Evinden yarım saat önce çıkan Refik Hüzünkâr yorulmasına rağmen adımlarını daha da hızlandırdı. Gittiği yer Sahaf Hasan Efendi’nin dükkânı olunca kuş gibi uçarak giderdi. Oraya varmak bir menzile ulaşmak gibiydi.
Kadıköy ve Beyoğlu semtlerinde sahaf dükkânları açılsa da bir türlü ısınamamıştı. Onun bir sevda gibi tutulduğu yer Bayezid Câmii civarında nadirattan bir sahaf olan Hasan Efendi’nin dükkânıydı. Sohbet ve yazılarıyla üzerinde çok emeği olan Bilge Kişi’nin sâyesinde tanımış, dükkânına o alıştırmıştı.
Kitap sohbetine olan aşkını bu gün de vuslata erdirecekti. Kim bilir neler konuşulacaktı? Hangi kitap tiryakileri gelecekti? Kitaplar üstüne gün görmemiş sözler duyacaktı yine. Ne çok şey biliyordu Sahaf Hasan Efendi? Eski ve yeni kitap kurtlarıyla olan hâtıralarını dinlemeye doyulmazdı. Bir sohbetinde İbnülemin Mahmud Kemal’in son yıllarına yetiştiğini, ünlü yazarlarla muhabbetine şâhit olduğunu anlatmıştı.
Ârif meşrebi ve güzel lisanıyla İstanbul beyefendisi mütevazı bir insandı. Eskilerin deyimiyle çok laf vardı onda. Hangi kitapları okuyacağı hakkında fikir verirdi. Açık tenli, uzun köşeli yüzü ve bembeyaz sakalıyla cezbeli bir pir-i fâni idi. Yaşı yetmişi geçmesine rağmen zihni berrak, hâfızası sağlam, zengin hâtıraları olan bilgili biriydi.
Modern eğitimin yanında medrese eğitimi de almıştı. Osmanlı Türkçesini iyi biliyordu. “Gençliğimden bu yana başka işler yapma imkânım olduğu halde, Allah hilkatimi kitaplarla meczettiğinden sahaflıktan başka iş yapamıyorum” demişti bir sohbetinde.
Refik Hüzünkâr onun müdâvimlerinin çokluğundan rahatsız olurdu. Çünkü hususi sohbet etmesine fırsat vermezlerdi. Gereksiz kitap hastaları gelir, bereketli vaktini öldürürlerdi. Buna çok canı sıkılırdı. Boş vakitlerini kollamaya çalışır, dükkândaki kitap tiryakilerinin eşkâline şöyle bir bakar, lafebesi, kendini beğenmiş kitap psikopatı varsa, Bayezid Meydanı’na doğru tur atar, daha sonra gelirdi.
Sahaf Hasan Efendi yıllanmış ahşap masasında bir kitabı inceliyordu. Hayret, kimse yoktu! Çok sevindi Refik Hüzünkâr. Onu yalnız başına dinleyebilecek, sorular sorabilecekti. Selâm vererek elini öptü ve kitap istiflerinden arta kalan, ancak dört kişinin sığabileceği daracık mekânın bir köşesine oturdu. Duvarları yüzlerce kitap dolu orta büyüklükteki dükkânın her karesinden kitap kokusu geliyordu.
Hâl hatırdan sonra, sahafların “kitap muhabbeti çayı” dedikleri çaylar geldi. Sohbeti bölücü kimselerin uğramadığı bir gündü bugün. Sıkılmadan oturuyordu. Bir soru sorsa ayıp mı olurdu? Utangaç bir eda ile “Efendim, sahaflığın geçmişini sormak istemiştim…”
Sahaf Hasan Efendi, “çayın olmadığı yerde kitap sohbeti etmek caiz değil” dediği çayından bir yudum aldı ve zaman tüneline girer gibi başladı anlatmaya:
ESKİDEN SAHAFLARIN ŞEYHİ OLURDU
Kitapların sahife sahife olmasından dolayı sahifelerin çoğulu olan sahaf denilmiş bu işi yapanlara. Kelimenin aslı sahhaftır. Zamanla telaffuz değişti. Eskiden sahaflar çarşısının bir şeyhi olurdu, tellâlları ve kâhyaları vardı. Sahaflar arasındaki anlaşmazlıkları çözmek ve devletle irtibatı sağlamak bakımından vazifesi çok mühimdi. Yanında hattatlar çalışırdı. Her kitaptan bir tane, sahife sahife ciltsiz olarak dururdu. “Şu kitabı istiyorum” diye sipariş verildiğinde, hattatlara bu kitabı verir, onlar da bir numunesini yazar, getirirlerdi. Sonra sayfalar kitap hâline getirilip sahibine verilirdi.
Sahaflar şeyhinin ilki on dördüncü asırda Bursa’da Mahmut Şeyhi, sonuncusu İstanbul’da Hacı Muzaffer Ozak Efendi’dir. İlk sahaflık Orhan Gâzi zamanında Bursa’da kuruldu. Sonra Edirne’ye, ardından İstanbul’a geldi, Fatih, Eyüp ve Bayezid’de devam etti. Sahaflar padişaha memleketin kültür ve kitap okuma seviyesi hakkında bilgi sunarlardı.
SAHAF MEKTEPTE YETİŞMEZ
Eski kitap alıp satan herkese sahaf demek yanlıştır. Sahaf mektepte yetişmez; ne kursu vardır ne de hocası. Okuyup yazma ile değil, kitapların içinde çalışa çalışa kazanılır. Daha iyiyi iyi olandan ayırır; yâni hangi kitabın birinci, hangisinin ikinci kaynak olduğunu bilir. Ticaret değil, gönül ve ilim işidir. İyi bir sahaf kitap doktorudur; bir kitabın ilmini, kime verileceğini bilir ve ehline yol gösterir.
Arapça-Farsça-Osmanlıca bilmesi, hat ve tezhip gibi kitap sanatlarından anlaması şart. Kâğıt ve cilt konusunda da bilgi sahibi olmalı. Kitabı erbabına satma âdabını da bilmek gerek. İyi bir sahaf, kitabı çok para verene değil, içinde bir şey arayan sevdalısına verir. Parayı sevmez, parada onları. Elinde üç beş kuruş oldu mu hemen gider kitap alırlar. Bir huyları da var ki kitaplarını çok kıskanırlar. Varsa yoksa dünyaları kitaplarıdır. Kitaba âşık adamlardır. Kitaplarımı sattığımda üzülüyorum. Camda görünen kitap, kitap değildir. Kitap selülozdur elinize alacaksınız ve o selüloz kokusunu duyacaksınız.
Ellili yıllara kadar bohçacılar vardı, mahalleleri dolaşıp aldıkları eşyalar arasındaki eski kitapları sahaflara satarlardı. Ölen bir âlimin varisleri, kitapları önceden vakfedilmediyse çoğu zaman sahaflara getirip mezata vermek sûretiyle sattırıyorlardı. Bu nesil kesilince eski kitaplar da kesildi. Cumhuriyetin otuzlu, kırklı yıllarında çok kitap imha edildi. El yazma eski eserler kalmadı. Kıymetini ve nasıl muhafaza edileceğini bilen de yok.
Osmanlı zamanlarında müellif binbir zahmetle telif ettiği kitabının korunması için kapağına “Yâ Kebikeç” yazarmış. Kitapların kurtlardan güvelerden korunması için yazılmış bir nevi muskadır, duadır; efsun diyenler de var. “Ey kurtçuk, bu kitap sana ait değil, başkasının malına zarar verme!” ikazıymış.
Kebikeç’in, kitap kurtlarının meleği yahut cini olduğuna inanılırmış. Kitap haşeratları, efendilerinin ismini kitabın üzerinde görünce “Bu kitap efendimizin himâyesinde” diyerek yaklaşmazlarmış. Bu söyleyeceğim bir fıkra olarak anlatılır ama inanın benim de başıma geldi. Bir kütüphâne memuruyla birlikte elyazması bir kitaba bakarken, kitap kurtlarının hususen “Ya Kebikeç” yazısını yediklerine şâhit olmuştum.
ERMİŞ SAHAF MENKIBESİ
Meşrutiyet Dönemi’nin son yıllarında sahaflık yapmış bir zâttan dinlediğim “Ermiş Sahaf” menkıbesi var bu şehrin mâzisinde. Sultan Abdülaziz devrinde, değerli kitaplarının sayısını kendisi de bilmeyen bir sahaf yaşarmış. Bir gün aklına şöyle bir fikir gelmiş:
“Şu fâni dünyada elde etmediğim kitap kalmadı. İstanbul’dan Şam’a, Mısır’dan Bağdat’ a kadar herkes bana istediğim kitabı getirdi. Çok kitap alıp satarak zengin oldum. Bundan sonra ahret hazırlıkları içinde olup boşuna geçmiş günahlı günlerimi telâfi etmeliyim. Kitaplarımı önce ihtiyaç sahibi kitap müptelâlarına, sonra ilim sahibi olanlara dağıtıp paylaştırmalıyım. Belki bunun sevabıyla cennete girebilirim” demiş.
Dediğini de tastamam yapmış. Zamanın İstanbul’undan, Bursa’sından, taşra şehirlerden duyup gelen onun kitaplarından nasiplenmişler. Bu hasenatı yaptıktan sonra bir gün karşısına aksakallı bir eren çıkmış. “Ben senin bahtının kuvvetiyim. Sen bütün kitaplarını kitapseverlere dağıtıp onları sevindirdin. Senin sonun hayırlı olacak; bu günlerde abdestsiz gezme. Azrail âleyhisselâm seni yoklayacak, haberin olsun” demiş ve kaybolmuş.
O sahaf üç gün sonra vefat etmiş. Cenazesine onun hayır hasenatını gören çok sayıda ilim erbabı ve kitap tiryakisi katılıp ta’zimde bulunmuşlar ve mezarını türbeye çevirmişler. Bir müddet sonra bu türbeye “Ermiş Sahaf Türbesi” demişler.
“İşte böyledir sahaflık” dedi Sahaf Hasan Efendi. Soluklandı ve çırağından çay söylemesini istedi. Refik Hüzünkâr “Efendim, müsaadenizi istesem…” dedi ve elini öpüp kalktı…
Akşamın ucu görünmeye başlamıştı. Öğle üzeri güneşli olan hava değişmiş, hafif yağmur yağıyordu. Evindeki kitaplarına doğru cezbe hâlinde yürüyordu bugün. Sevinçliydi. “Ne çok şey dinledim Sahaf Hasan Efendi’den, ah, kitaplar!” dedi.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.