Ahmet Doğan İlbey
İnkıraz bir kez gelmeye görsün…
İnkıraz, bir şeyin arkasının kesilmesi, yâni sonunun gelmesidir. Batma, dağılma, çöküş, yok olma, yozlaşma mânalarına da gelir.
Bu nesil bilmez; dedelerimiz hayat hikâyelerini anlatırken, “Filan aileye, falan beye inkıraz geldi…” derlerdi. O zamanlarda anlamıştım bu kelimenin ürkütücülüğünü…
İnkıraz bir kez gelmeye görsün, girdiği yeri çürütür. Kabil’in hasediyle yürürlüğe girdi inkıraz. Sadâkat ve nefislerdeki inkıraz, Peygamber ve nebilerin ümmetleri bezm-i elest ahdinden kopunca başladı. Nice haşmetli sultanların tac ü tahtı inkıraza uğrarken, Mevlânâ, Yunus ve bu yoldaki uluların yanına yaklaşamadı inkıraz.
“Her muamelede Kitap’ta yeri var mı?” diyen ulu ceddimizin torunları, din-i mübin üzere boy atmış nice şânlı devletlerimiz Kitab’ın dışına çıkınca fiillerinden vurdu inkıraz.
Sonra amelleri yavaş yavaş çürümeye başladı. Adâlet terazisinden asker nizamnâmesine, padişah fermanından fetva makamına, mimarın cetveli eğri tutuşundan Ahi ruhunu yitiren esnafın hile yapmasına kadar, inkıraz bir karayel gibi her yere girdi.
İNKIRAZA UĞRAYAN MEDENİYETİMİZ…
Asırlarca dört bir tarafını âbâd eden İslâm medeniyeti, imanında ve idaresinde aşk ve vecd sahibi olanların elinden imanında ve idaresinde “soğuma” olan taklitçilerin eline geçince inkıraza uğramadı mı?
Padişahın tuğrası düşünce yere, askerin, ulemanın, ümeranın birliğine inkıraz gelmişti. Erenlerine ekmek ve buğday aşı dağıtıp gönül tâlim yaptıran Şeyhi Somuncu Baba’yla Hacı Bayram-ı Veli’nin mıntıkasına girememişti inkıraz.
Üç kıtaya kılıcının hakkını Kur’an-ı Kerim üzere fütuhata yollayan muhteşem Osmanlı Devleti, ahlâk ve basireti zayıflayan idareci ve ümeranın yüzünden büyük inkıraza yakalanmadı mı? İktidar hırsı ve haset yüzünden inkıraza uğrayan Âl-i Selçuk’un hikâyesi ne kadar hazin!
Peyami Safa’nın (Sanat-Edebiyat/ Objektik-2” kitabında yazdıklarını tarih tekerrür etmesin diye çokça tefekkür etmeli. Hülâsa olarak diyor ki:
Namık Kemâl’den Mehmed Âkif’e kadar şiirimiz vatan fikri üzerinden inkırazı haykırır. Osmanlı’nın inkıraz yılları vatan şiirinin had safhada çoğalışıdır. İnkırazın korkunç çatırtıları arasında ümit ve iman şuurunu da veriyordu bu şiirler. Tanzimat-ı Hayriye yenilenmek için yapılmıştı. Fakat inkıraz kazması konakların temellerine vuruyordu. Bozgunlar, Balkanlar… kader levhasıydı: inkıraz… İnkıraz!... Meşrutiyet de yenilenmek içindi, rejim değişmişti, fakat inkıraz ahlâkı devam ediyordu.
İlâveten biz de şunu söyleyelim: İnkıraz ahlâkının, millet ve medeniyet kimliğimizi “redd-i miras” eden Kemalist Cumhuriyet döneminde de durmayıp daha da hızlandığını kim inkâr edebilir? Zavallı Cumhuriyet aydını ve idarecileri inkıraz neslindendir, fakat niyet hâlis olmayınca ibret almayıp inkırazı kendi elleriyle devam ettirdiler.
Kendisi de inkıraz neslinden olan Peyami Safa “Biz İnsanlar” kitabında da inkırazın acısını bir kahramanının dilinden konuşturur. Hülâsası şu: Mütareke Dönemi’nde İstanbul işgal altındadır. Etrafımda her şey inkıraz inkıraz diye haykırıyor. Düşman şehre girmiş ne çıkar? Kovarız. Fakat içerideki inkıraz… Ruhumuzu, kalpleri, seciyeleri sarmış…
Bundandır ki içinde bulunduğumuz devranda devletlü, ulema, üdeba, askeriye ve halkımız inkırazlardan ders çıkarmalı. Elbette şiarımız hayır, ümit ve iman istemek, amenna!
Fakat her adım başında her yerde bekleyen inkırazdan korunma duaları yapılmalı, yaptırılmalı. Çünkü inkırazı bilmeyen nesillerin ruhu ve fikri ne kadar kavî olabilir?
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.