Ali Yurtgezen hoca, Semerkand Dergisi Şubat 2019 sayısında iki ayrı yazmış. İlki, T. Ziya Ergunel müstearıyla yazdığı “Zâhid bize ta’n eyleme” ilâhîsinin şerhi. İkincisi, Ahmet Nafiz Yaşar müstearıyla yazdığı “Sözün Güzeli, Güzelin Sözü” adlı yazı.
Günümüzde bâzı çevrelerce anlamı ve hattâ sözleri değiştirilip kendi seküler hayat tarzlarına ve ideolojilerine uygun hâle getirilerek (yazıda bu durum derinlemesine veriliyor) çeşitli sazlarla icra edilen “Zâhid ta’n eyleme bize” yazısından iktibaslar yapmak istiyorum. Ehl-i dilin bildiği ilâhî şöyle:
“Zâhid bize ta’n eyleme / Hak ismin okur dilimiz/ Sakın efsane söyleme / Hazret’e varır yolumuz / Sayılmayız parmağ ile / Tükenmeyiz kırmağ ile /Taşramızdan sormağ ile / Kimse bilmez ahvâlimiz / Halvetî yolun güderiz /Çekilip Hakk’a gideriz / Gazay-ı ekber ederiz / İmam Ali’dir ulumuz / Erenlerin çoktur yolu / Cümlesine dedik beli / Gören bizi sanır deli / Usludan yeğdir delimiz / Tevhîd eden deli olmaz / Allah diyen mahrum kalmaz/ Her seher açılır; solmaz / Bahara erer gülümüz/ Muhyî sana olan himmet / Âşık isen cana minnet / Elif Allah, mim Muhammed / Kisvemizdedir dâlimiz.”
Mevzuun anlaşılması için yazının tamamına yer veriyorum:
“Değişik formlarda söylenegelen bu ilahî, şairi Halvetî büyüklerinden Bezcizâde Mehmed Nuhyiddin ks. hazretlerinin ruhunu incitecek kadar farklı maksat ve anlamalara âlet edilmektedir maalesef. Çünkü manzumeyi bir deyiş yahut türkü tarzında seslendiren bâzı kimseler, ilahide kendi ideolojilerine destek bulduklarını düşünmektedir. Gerçi bu suiistimal hususi bir kastın değil, cehaletin eseridir.
Bilhassa ‘Sayılmayız parmağ ile’ ve ‘İmam Ali’dir ulumuz’ mısraları, kendilerini Ehl-i Sünnet dairesinin dışında tutan bâzı çevrelerce, çizgilerinin ve bu çizgideki ısrarlarından dolayı maruz kaldıklarını düşündükleri şiddete meydan okumanın ifadesi gibi anlaşılmıştır.
Halbuki biraz araştırılsa, bunun böyle olmadığı, Mehmed Muhyiddin Efendi’nin bu nutk-ı şerifini, 17 asırda tasavvuf ehline karşı besledikleri ölçüsüz husumete maruf Kadızâdeliler taifesine verilmesi gereken bir cevap sadedinde kaleme aldığı fark edilecektir. İlahiyi bizim de doğru anlayabilmemiz için evvela şu Kadızâdeliler meselesini hatırlatmamız lâzımdır öyleyse.
Kadızâdeliler, hemen her devirde karşılaştığımız tasavvuf aleyhtarlarının, yine her devirde dile getirilen benzer iddia ve ithamlarla, bu aleyhtarlığı düşmanlığa kadar vardıran, tekfirci, müfrit tutumlarının 17. Asır İstanbul’undaki tipik bir örneğini temsil eder. Tasavvuf ehline karşı zaman zaman devlet desteğini de arkasına alarak elli yıldan fazla sürdürülen bu düşmanlık, başlangıçtaki ilmî tartışma zemininden çıkarak dergâhların basılıp yağmalanmasına, dervişlerin darp edilip öldürülmesine kadar büyür. Bu düşmanlığın fitili 4. Murat döneminin Ayasofya câmii vaizlerinden Kadızâde Mehmed Efendi tarafından ateşlenmiş, onun görüşlerine sahip çıkan selefilik iddiasındaki diğer zâhir uleması Kadızâdeliler diye anılmıştır.
Kadızâde Mehmed Efendi ve takipçileri İbn Teymiyye’nin tesiri altında tasavvufun bid’at olduğuna hükmetmişlerdir. Semâ ve devran zikrine, ezanın, mevlidin, Kur’ân-ı Kerim’in makamla okunmasına, tasliye ve tarziyeye, yâni Efendimiz s.a.v.’e salât ü selâm getirilmesine ve Sahabe-i Kiram’ın ‘radiyallahü anh’ diye anılmasına, türbe ve kabir ziyaretlerine, musafahaya karşı çıkarlar. (…) Resul Ekrem s.a.v.’in ebeveyni ile Muhyiddin Arabî k.s. hazretlerinin kâfir olduklarını, devlet katında işlerin görülmesi için memur ve âmirlere verilen para veya hediyenin rüşvet sayılmayacağını savunurlar. Bu ve benzer iddia yahut itirazlarına muhalif olanları tekfir ederek onların katlini vacip görürler. (…)
Kadızâdelilerin nifaka yol açan iddiaları, şiddete bulaşmaları, devletteki tayin ve terfilere giderek müdahale etmeleri zamanla sarayın hoşnutsuzluğunu celbetmiş, nihayet Fatih Câmii’nde bir kalkışma için toplanmaları bardağı taşıran son damla olmuştur.
Bir Cuma günü ezan ve naat-ı şerif okuyacak müezzini susturmak, İstanbul’daki bütün tekkeleri yakmak, selâtin câmilerinde tek minare kalacak şekilde diğer minareleri yıkmak, tecdîd-i iman teklifine yanaşmayan dervişleri öldürmek üzere Fatih Câmii’nde toplanacaklarını haber alan devlet, nasihat fayda vermeyince hepsinin katline ferman çıkarmış, fakat daha sonra bu ceza sürgüne çevrilerek Kadızâdeli belası böylece def edilmiştir.
İlahinin başında ‘zâhid’ diye anılan muhatap, işte bu Kadızâdeli zihniyetiyle mâlûl vaiz yahut hocalarıdır. Zâhid, aslında zühd sahibi demektir ki zühd, yâni dünyaya nispetle ahireti öncelemekİ; fâni hayatın değil, ebedi hayatın saadetini gözetmek ve buna göre yaşamak mânasına, dervişlerin de ulaşmayı arzuladığı bir makamdır. Fakat tasavvuf şiirinde zâhid, İslâm’ın zâhirinde kalan, müsamahasız, muhabbetsiz, hırçın, dar görüşlü, Müslümanları her fırsatta cehennemle korkutan, icat ettikleri haramlarla mübah alanını sürekli daraltan, insanların meşrep ve meslek farklarını dikkate almayan sevimsiz bir tipi temsil eder.
‘Rind’ denilen babacan ve gösterişten uzak karakterin zıddıdır. Zâhid’e bâzı tasavvufî metinlerde yüklenen bu hususi ve olumsuz mânayı zühd hâlinin reddi gibi anlamak yerine, bütün iticiliği, inadı ve husumetine rağmen tasavvuf düşmanlarını İslâm’ın duşına çıkarmayan, hattâ onların bu tutum ve davranışlarını samimi ama cahilce bir zühd çabasına dayandıran bağışlayıcı bir yaklaşımın ifadesi gibi anlamalıdır.
Mehmed Muhyiddin Efendi, ‘Zâhid bize, yâni tasavvuf ehline ta’n eyleme’ diye başlıyor söze. Ta’n etmek, kınamak, ayıplamak, kötülemek demek. Dilleri her daim Hak ismini okuyan, zikrullahla meşgul olan dervişlere ta’n eylemek elbette bühtandır. Sonra Kadızâde anlayışına bir ikazda daha bulunuyor ve ‘Sakın efsane söyleme’ diyor. Bu mısradaki ‘efsane söylemek’ ten kasıt, tasavvuf ve tarikatların asılsız, uydurma, yâni bid’at olduğunu iddia etmektir. Halbuki bütün tarikatlarda meşayih silsilesi Hazret’e varmakta, Rasul-i Zîşan s.a.v. Efendimiz’e bağlanmaktadır.
‘Sayılmayız parmağ ile / Tükenmeyiz kırmağ ile’ mısraları, kemiyete dayalı bir meydan okuma değildir. Burada tasavvuf terbiyesiyle kazanılmış nir keyfiyetin, dervişleri öldürüp sayılarını azaltmakla yok edilemeyeceği anlatılmaktadır. (…) ‘İmam Ali’dir ulumuz’ mısraındaki İmam Ali, Mehmed Muhyidddin Efendi’nin mürşidi olan ve daha ziyade İdrîs-i Muhtefî lakabıyla tanınan, devrin meşhur melâmîlerinden Şeyh Hacı Ali Efendi k.s. hazretleridir. Mehmed Muhyiddin Efendi, Halvetî olmakla beraber ehl-i sünnet dairesindeki bütün tarikat ve meşrepleri hürmetle kabul ettiğini, ‘Erenlerin çoktur yolu / Cümlesine dedik beli’ mısralarıyla anlatır.
Melâmi meşrep olmaları sebebiyle onları görenler deli zannetmektedir ama tasavvuf yolunda delilik akıllılıktan yeğdir. Tasavvufta delilikten daha aşağı görülen akıl, ‘akl-ı meaş’ denilen ve dünyâ nimetlerinden faydalanmak için kullanılan beşerî akıldır. Delilikten maksat ise dervişin aşkla kendinden geçmesi, dünyaya meyl etmemesidir. Fâni olana aldanılmadığını gösteren bu tavır, delilik gibi görünse de aslında akl-ı meâd denilen ve ahiret saadetini kazanmak için kullanılan kalbin aklına tâbi olunduğuna delalet eder. Dolayısıyla kimin gerçekten deli, kimin gerçekten akıllı olduğuna zâhire bakarak karar vermekten kaçınmak gerekir.
Nitekim bir manzumede ‘Usludan yeğdir delimiz’ mısraından hemen sonra ‘Tevhîd eden deli olmaz’ denilmektedir. Zira tevhîd etmek, kesretin arkasındaki vahdeti görmek, Cenab-ı Mevlâ’nın varlığına, birliğine, kudret ve azametine şahit olmak, ancak akleden bir kalple mümkündür. (…) Son kıtada, mürşid himmetiyle kalbine yerleşecek ilahî aşkı cana minnet bileceğini söyledikten sonra, ‘Elif Allah, mim Muhammed / Kisvemizdedir dâlimiz’ buyuruyor.
‘Elif Allah, mim Muhammed’ mısraı bu sözlerle başlayan ve sıkıntılı bir halden selamete çıkmak için yapılan bir duaya yahut Allah’ın birliğine ve dört diliminde motif olarak dâl harfleri bulunduğu için ‘dâl tac’ diye adlandırılan Halvetîlere mahsus bir başlığa göndermede bulunulmuş diyebiliriz. Tabii asıl anlatılmak istenen bu kisvedeki dâl harflerinin sayısı ve tertibine yüklenen mânalar olmalıdır ki hayli teferruatlıdır.
Son iki mısraı birlikte düşündüğümüzde ise, zikredilen elif, dâl, mim harflerinin ‘âdem’ kelimesini vermesinden hareketle, şairin melâmî meşrep biri olarak âdemiyeti dışında bir kisveye iltifat etmediği mânasına da ulaşabiliriz.
Hülasa, manzume boyunca zikredilen hâl, hareket ve alâmetler, dervişlerin tarik-i Muhammedî’de olduklarına delildir ve bu yolda yürüyenlere ta’n eylemek insaf değildir.”
Bu ilahî ve bu şerh yazısına hürmetsizlik maksadı taşımadan ve hâlimi bu yazıdaki mâna ve fikirlerle benzerlik kurarak anlatmak hadsizliğine düşmeden, bâzı dostlarıma muhabbet olsun diye nükteli bir zarf atmak istiyorum. Fikir ve Gönül tâlimi yapılan dükkânımızda sohbet öncesi ve sonrasında tasavvufî şiir ve ilahilerden bestelenen “gönül işi” türküler dinlediğim ve dinlettiğim için, şerh edilen bu ilahide söylenildiği gibi fakire ta’n eyleyen dostlar var.
Bizim Dükkân zâhidleri, tam vecde geçmişken ve cezbe hâlindeyken “Mûsiki haram değil midir?”, “Bu türküleri Rafızîler dinler?”, (Elhamdülillah ehl-i sünnet vel cemaattenim) “İçinde şarap ve meyhâne geçen türküler dinlenilir mi?” şeklinde Kadızâdeli zâhidler gibi zarf üstüne zarf atıyorlar, bir mânada ta’n eyliyorlar.
Ah, Dükkân zâhidleri! Neler çektim sizin dilinizden, ta’n eylemeyin bu hüzünkâra.
Yeri gelmişken, Dükkân zâhidlerine şunu hatırlatırım. Bir vakit, Ali Hocam, “Evin Mahremi Olmak” kitabını “Pir-i Muganımız…” ithafıyla imzalayıp fakire hediye etmişti. Yanında belli etmedim ama cezbeye kapılmıştım. Bir köşeye çekilip, bu ithafı kaç kez okudum bilemiyorum.
Bu ithafı okuyan Dükkân zâhidleri kıskanmışlardı fakiri. Eh-li dilin malûmudur ki “Pir-i Mugan”, “Meyhâneci” mânası geliyor. Tasavvufta, meyhanecilerin pir-i, Hakk şarabını dağıtan, aşkın asıl sahibi, aşkı dağıtan mânasına geliyor.
Meyhânenin anlamı çok; feyiz, muhabbet ve aşk şarabı içilen dergâhtır ki, pir- i mugan da o feyz ve muhabbeti kadehle sunan mürşittir. Sümme hâşâ fakirin haddi değildir. Başta dediğim bizim Dükkânda her şey muhabbet olsun diyedir…
Şeyh Gâlib üstadın dediği gibi “Âşıkta keder neyler gam halk-ı cihanındır / koyma kadehi elden söz pir-i muganındır.”
Hakk âşığını kastederek diyor ki: Âşıkta keder olmaz, keder halkta olur. Bunun içindir ki mürşidin sunduğu aşk kadehini elinden düşürme.
Şairlerin büyük atası Fuzûlî üstadın, “Mey içmedin açılmaz imiş bab-ı mağfiret / sevgendler bu babda pir-i mugan içer”, yâni aşk şarabı içmedinse mağfiret kapısı açılmaz. Sevgendler bu kapıda pir-i muganın kendisi olan aşk şarabı içer, diyen beytinin anlattığı mâna ve vasıflar, ilimsiz bir vecidkâr fakirin haddi değil.
Ahmet Yesevi Hazretlerinin nazarına göre pir-i mugan, “Elinden ‘dolu’ içtiği ve Hakk yola dâvet eden “Adı görklü Muhammed'dir." "Bi hamdillah pir-i muğan mey içirdi / pir-i muğan hak mustafa bi-şek bilin."
Ali Hocam, tasavvuf menşeli bedii şiirlerin teganni edilip ulvî hüzünlere gark’olduğumuz, tekke havası aziz türkülerle cezbeye kapıldığımız ve ehl-i kâmillerin hayatı üstüne edilen sohbetlerden şifa bulduğumuz, mertebesi vehbî olmasa da kendi tarzına göre bir meyhâne vasfını taşıyan Fikir Dükkânının pir-i muganı olarak tensib etmiş bu fakiri. Bu unvanı ömrümün sonuna kadar bir “nişân-ı zîşân” olarak taşıyacağım.