Üç yaralı kavram: asabiyet, kavmiyet, milliyet

Ahmet Doğan İlbey

İslâm, modernizmin öngördüğü “ulusçu” zihniyetle milliyet ve kavmiyetçiliğe karşıdır. Hazret-i Peygamberimizin “Kavmiyetçilik yapan ve kavmiyetçiliğe davet eden de bizden değildir” hadisi ve Veda Hutbesi’ndeki “Asabiyecilik ayaklarımın altındadır” mealindeki sözleri en temel ölçüdür.

Milliyet kavramına karşı olanlar, gerekçelerini Hazret-i Peygamberimizin “Kavmiyetçilik yapan bizden değildir. Kavmiyetçiliğe davet eden de bizden değildir” hadisine ve Veda Hutbesi’ndeki “Asabiyecilik ayaklarımın altındadır” mealindeki sözlerine dayandırırlar. Fakat hadisteki “Kavmiyetçilik” ve Veda Hutbesi’ndeki “Asabiyecilik”in, İslâmî bir kavram olan milliyetle aynı mânaya gelmediğine, aralarında mahiyet farkı olduğuna dair Bediüzzaman Hazretleri ve birçok İslâm âliminin görüşleri mevcuttur. “Kavmiyetçilik” ve “Asabiyecilik” duygusunun, İslâmî ölçüler içinde milliyetini sevmekle benzerliği yoktur. Efendimiz (s.a.v) kavmiyetçilik ve asabiyeciliği ırkçılık, kabilecilik, soyculuk mânasında kullanmış, başka kavim ve kabileleri hor gören, ezen anlayışı İslâm’a aykırı bulmuştur.

İslâmlaşmış Türkler tarihinin hiçbir döneminde“milliyet” asabiyesi gütmemiş, ırkçı olmamış, başka ırkları ezmemiş ve küçümsememiştir. İslâmî mânasıyla milliyetçi duygular taşıyanlar, Hz. Peygamberimizin buyruğu ile soyculuk asabiyesi yapılmayacağını bilirler: “Asabiyetçiliğe (kökenciliğe, ırkçılığa) çağıran bizden değildir. Asabiyetçilik için savaşan bizden değildir.” 

Müslüman olmayan atalar ile övünmek ve başkalarına üstünlük taslamak, dinî haddi aşan bir asabiyedir. Olumlu asabiyye duygusu, akraba ve cemaat arasındaki dayanışmayı sağlar, işbirliğini artırır. Ancak tarafgirliğe, övünmeye ve adaletsizliğe kaçmadan. Olumsuz asabiyye ise; ırkçılığa, yobazlığa, ulusalcılığa, ayrımcılığa yol açar. “Taassub” ve “mutaassıb” kelimeleri de “asabiyyet” kelimesinin türevleridir. Asabiyye göstermeye “taassub”, taassub sahiplerine de “mutaassıb” denir. “Taassub”, aşırı bağlılık, tarafgirliktir. Bağnazlık, körü körüne bağlılıktır.

KAVMİYET BAĞINI “MİLLET” İÇİNDE ERİTMEK

Kavim, aralarında dil, soy birliği olanların topluluğudur. “Birinin kavmi” demek, “onun aşireti” demektir. Yani onun taraftarları ve kabilesi mânâsınadır. Kavim, “öncekilerden tevarüs edilen unsurlara bağlıdır ki, bunlara ters gelen veya uyuşmayan şeyleri hemen reddeder.”

Peygamberler gönderildikleri kavimleri yeni bir dine, vahyin emrinde bir hayat tarzına çağırdıklarında, hemen reddedilip yalan¬lanmışlar ve menfaatlerine aykırı bir şey getirmekle suçlanmışlardır. Sebebi, peygamberlerin getirdiklerinin, atalarından miras olarak devam ettirdiklerine ters düşmesidir. Bu özelliğiyle kavim, değerleri¬ne sıkıca bir yapıdadır. Ancak kavim, değişmeye kapalı değildir. Bâzı özelliklerini değiştirebilir, hatta tamamen değişebilir. Bu değişme ken¬diliğinden değil, kavmi meydana getirenlerin değişmesiyle gerçekleşir. Ra’d Sûresi, 11. âyette “…Bir kavim kendini değiştirmedikçe, Allah da onların durumlarını değiştirmez…” buyruluyor.

Kur’ân, Allah’ın emirlerini kabule çağıran peygamberlerin muhatap oldukları toplumları, “kavim” kelimesiyle ifade buyurur. Allah’ın vahyini kabul edenler için kavim değil, ümmet ve millet kavramı kullanılır. Çünkü Allah’ın emirlerini kabul eden kavmin yapacağı vazife, öğrendiklerini diğer kavimlere ulaştırmaktır. Oysa kavmin gayesi sadece kendi değer¬lerinin, diğer kavimlerin değerlerinden üstün olduğu ile övünmektir. Bu yönüyle kavim dar ve sınırlı bir yapıdır.

Kur’ân’da kavim medenî seviyeye ulaşamayan mânasında da kullanılır. Çünkü bir kavim, İslâm’a dahil olup “millet”leşemişse o kavim medenî sayılmaz. Kur’ân’da “kavim” lere örnek bir medeniyetin yolunda olmaları için telkinler yapılır. Bunun için dine, yani millet”e intisap etmek gerek. Kavimlerin eski özelliklerini bırakıp medenî olmaları buyrulur. Medenî olmanın şartı dinin, yani Hz. Peygamberimizin ümmetine girmelidir.

AHMET NAİM: “ASABİYYE-İ KAVMİYYE ŞER’İ AÇIDAN BİR CAHİLİYET DÂVASIDIR”
                                                                                                                                          
“İttihad-ı İslâm” görüşünün önemli temsilcisi olan İkinci Meşrutiyet münevveranından Babanzâde Ahmed Naim “İslâm’da Da’vây-ı Kavmiyet” adlı kitabında “kavmiyet” ve “asabiye”yi İslâmî açıdan nasıl anlayacağımızı ve ”asabiyyet-i kavmiyye ve cinsiyye”nin Müslümanlar arasında birliği bozabilecek tehlikeli bir fikir hâline nasıl geldiğini izah eder. Ona göre, “asabiyye-i kavmiyye ve cinsiyye, kardeşliğe ve birliğe karşı bir düşünce sistemidir. Cinsiyet davası, şer’an kötü görülmüş ve reddedilmiştir. Şer’i açıdan bir cahiliyyet dâvasıdır. İslâm’ın kıvam ve bekâsına, Müslümanların refah ve saadetine en müthiş darbedir.”
                                                                                                                                                     “Asabiyye-i kavmiye bayrağını ellerinde tutanların aldığı manâca da vatanperverliğe münafidir” diyerek, asabiyet fikrine dinî, yani millî açıdan karşı çıkar. Çünkü “asabiyye-i kavmiyye”yi şeriata göre cahiliye düşüncesi olarak değerlendirir ve dinî açıdan vatanseverliğe aykırı bulur. Vatanseverlik ifadesinin bugünkü modern-yurtseverlik mânasına gelmediğini, İslâm’ın hâkim kılındığı topraklar olarak anlaşılmasını belirtelim.

“ASABİYYE’NİN DİNEN KABİH (KÖTÜ) VE MÜSTAHSEN (GÜZEL) TARAFLARI VAR”

Ona göre Asabiyye’nin, dinen kabih (kötü) ve müstahsen (güzel) tarafları var. Kötü görülen asabiyye fikri İslâm anlayışını reddederek, yeni ortaya çıkan bozuk bir düşünceyi gaye edinen anlayıştır. Çünkü bu düşünce “büsbütün yeni bir mefkure ihdas etmek, eski an’aneler ile ilişkileri keserek yeni an’aneler meydana getirmek, ‘yeni bir iman’ ile ‘yeni bir kavim’ yeni bir millet’ isâğa etmek iddiasındadır’lar.”

Şu izahatı, günümüzde problem hâline gelen milliyet meselesine faydalı olacağı kesin: “Asabiyye-i kavmiyye şer’an memnudur, mezmûmdur. Fakat hangi şekilde? Bir insan kavmine sırf kavmi olduğu için mutlak surette asabiyyet gösterirse kabihdir (çirkin, kötü). Kavmine hak dairesinde ve hiçbir tarafa düşmanlık göstermeksizin yardım ederse, aksine müstahsendir”(güzel, makbul).”

Günümüzdeki kafa karışıklığını gidermek bakımından onun “asabiye”yi nasıl anladığı önemlidir. Asabiyye’nin dinen güzel görülen yönünü, Efendimiz s.a.v’ın “En hayırlınız, aşiretini müdafaa edendir, lâkin Şer’in hilafına müdafaa edip de günaha girmemek şartıyla” hadisinden hareketle târif eder ve “Şeriat’ın çizdiği hudud dâhilinde kavmine yardım etmek, taraftarlık etmek yine İslam dini’nin emrettiği bir şeydir” diyerek İslâm’ın izin verdiği asabiyenin bu ölçüler içinde olmasını tavsiye eder.

NAİM’E GÖRE MİLLİYETSEVERLİK KAVİM TAASSUBUNA KAPILMADAN DİNEN YASAKLANMAMIŞTIR

Türklere hitaben, “Türk lisanına, edebiyatına, san’at’ına, ticaretine hizmet ederlerse aliyyülâlâ bir iş görmüş olurlar” diyerek, milliyet duygusunun dinî sınırları aşmadan kullanılmasının doğru olacağını belirtir. Onun muhalif olduğu asabiye anlayışı, kavmîyetçiliği İslâm’ın yerine ikame etmek isteyen modern-Batılı milliyetçiliktir. Ona göre, İslâmî zeminde insanın mensup olduğu milliyetin kalkınması ve kültürünün zenginleşmesini istemesi dinen yasaklanmamıştır. Fakat milliyetseverliğin kavim taassubuna kapılarak değil, İslâmca oluşu kuvvetlendirmek için yapılmasını savunur. Çünkü kavmin öne çıkarılmasının Müslümanların birliğine zarar getireceğini söyler.

İslâm’ı temel almayan ve kavmiyetçiliği öne çıkaran Türkçüleri tenkit eder: “Halktan dini soyup onun yerine bir başka şey konamayacağını” söyleyen Ahmet Naim, Kavmiyetçilik yapan Türkçüleri “Allah’ın dinini hâkim kılma, i’lây-ı kelimetüllah uğruna kılı deprenmeyen” ler olarak tavsif ediyor. Türklerin ikbal devirlerinin İslâm dinine sımsıkı sarıldıkları dönemde olduğunu, gerileyip bozulmalarının ise iman ve inancın gerilemesi ile başladığını” belirtiyor. (…) Dinî imanın yanı başında bir de kavim imanı koyuyorlar.”

NAİM: “TÜRK’E DAİMA MÜSLÜMANLIĞINDAN BAHSEDİNİZ”

Ardından Türklerin İslâm milleti içindeki hadim sıfatını kastederek, Türkçülere nasihat eder. Şu satırlarından bugün ders çıkarmak gerek:

“Türk’ü, bundan sonra da zararına sebep olacak yorgunluklara salıp, dünya ve ahiret saadetini düşünemeyecek hale getirmek revây-ı hak değildir. Onun içtimaî durumlarını yüceltmek, istihsal kuvvetini çoğaltmak, maneviyatını kuvvetlendirmek, yüksek hasletlerini geliştirmek, kötü alışkanlıklarını gidermek gerçekten takdir edilecek, hem Allah’ın hem de kulların katında makbul olan hayırlı bir iştir. Buna ulaşmak için lisanına hizmet etmek, edebiyatını gerçekten ruha gıda olacak hale getirmek, kavmin ilmî ve amelî kuvvetini artırmak pek mübarek bir vazifedir. Hatta bu vazifede, aslen Türk olmadığı halde Türk lisanıyla konuşan diğer müslümanların da size yardıma koşmaları dinî bir vazifedir. Lakin bu içtimaî hizmetlerin ifası, hiçbir zaman sizleri hadd-i cevazın ötesine geçerek cahiliyye davasına, soy sop ile, eski atalar ile övünmeye sevk etmemelidir. Lisan, lügat bir anlaşma vasıtasından ibarettir. Bunu iyi kullanınız da kötülüklere âlet etmeyiniz. Türk’ü; muhtaç olduğu dinî, dünyevî ilimlerin hepsini anlayacağı basit ve yüce bir lisan ile âşina ediniz… Fakat daima… kendisine, ‘Ey Türk!’ diyecek yerde ‘Ey Müslüman!’ diye hitab ediniz. Kendisine daima müslümanlığından bahsediniz… Türk’ün tarihîni İslam tarihinden ayırmayınız. Onu gayrete getirmek istediğinizde bunu, Türklük namına değil Müslümanlık namına yapın. Mazideki şirk ile övünülmez. Bize Muhammedî şeriatı, İslam yurdunu (…) bilmek, tanımak gereklidir. İslam şerefinin yanında kavmiyet şerefi anılmaya değmez!”
                                                                                                                                                                İBNİ HALDUN’A GÖRE “ASABİYE DİNÎ GAYEYE HİZMET YOLUNDA DA KULLANILABİLİR”

İbni Haldun, asabiye kavramına olumlu mâna yükleyerek, devlet felsefesinde ağırlık verir ve bir medeniyet kavramı olarak dayanışma ruhu, cemaat ruhu, grup duygusu, kabilecilik, kan bağı gibi kavramların karşılığı kullanır. Dar mânada savunma ve hamle olarak mücadele enerjisi sağlayan kabile şuuru şeklinde de ifade eder. Asabiyeti, insanın tabii bir özelliği ve en küçük toplumdan en büyük devlete kadar bütün toplulukların kuruluş, gelişme ve yıkılışlarında rolü bulunan bir kitle enerjisi olarak ifade eder. Bu bakışında bütünüyle İslâm’a yaslandığı söylenemez. Bugünkü ifadeyle “sosyolojik” bir bakıştır.

Ona göre Hazret-i Peygamberimizin telin ettiği asabiyet, haksız ve yanlış uygulamalarla ortaya çıkan “İslâm öncesi cahiliye dönemi asabiyeti”dir. Asabiyetin dine dayalı gayeye ve Allah’ın buyruğunu gerçekleştirmeye hizmet yolunda kullanılması da mümkündür. Aslında devletler gibi «dinler ve şeriatlar» bile asabiyet desteğiyle kurulur, gelişir bu destekten mahrum kalınca da yıkılırlar.” Asabiyet en ilkel şekliyle beşerin tabiatında bulunan saldırı ve düşmanlık eğilimlerine karşı yine aynı tabiatından gelen, akraba vb. yakınlara acıma duygusunun doğurduğu dayanışma eğilimidir. Bedevî topluluklarda bulunan asabiyet, medenî (hazeri) hayata geçmeleri ölçüsünde gücünü kaybeder. Çünkü çeşitli nesepler arasında homojenliğin zayıflaması ve giderek ortadan kalkması soy birliğini olumsuz yönde zayıflatacaktır. Öyle ki en güçlü asabiyet, birbirine en yakın akraba arasında bulunur ve nesep uzak akrabaya yayıldıkça asabiyet de zayıflar. Dolayısıyla hâkimiyetin, “başarıya ulaşması” asabiyet ruhunun gücüne bağlıdır.

İbni Haldun’un asabiyeye bakışı, bugün bir yara hâline gelen kavmî asabiyetçiliğe çâre olması ve onun ifadesiyle “dine dayalı birliğin hizmetinde kullanılması”, yani yeniden “millet” olmaya “katkısı” mümkün değildir. Aksine günümüzde ”asabiye” olumlu bir enerji değil, bölücü bir duygudur.

ALİ YURTGEZEN: “ASABİYETİN İLAHÎ ÖLÇÜLER İÇİNDE KONTROL ALTINDA TUTULMASI GEREKİR”

Asabiyetçiliğe İslâmî açıdan bakan ve yazılarının “Cahiliye Asabiyesi” kısmında bu mevzua açıklık getiren Ali Yurtgezen’in görüşleri etnikçiliğe çâre bakımından değerlidir:

“İslâm’dan önceki göçebe Arap topluluklarında birisi bir saldırıya uğradığını düşündüğü zaman, ‘Yetişin ey falan oğulları!’ nidasıyla kendi kabilesini yardıma çağırır, o kabilenin fertleri de hiçbir sorgulama yapmadan derhal imdada koşarak maruz kalınan saldırıya karşılık verirdi. ‘Asabiye’, bu manzaradaki duyguların toplamından ibaret. Bir topluluğa mensubiyet duygusu, bu mensubiyetin getirdiği dayanışma gayreti, sadakat, muhabbet; saldırının haksızlığına inanmaktan kaynaklanan öfke ve celadet, asabiyede bir arada. Bunlar aslında fıtrî duygulardır. Tamamen yok edilmesi mümkün de değildir, doğru da değildir. Ancak, ilahî ölçüler çerçevesinde kontrol altında tutulması gerekir. Aksi halde ölçüleri ihlâl eden zulümlere, reaksiyoner davranışlara sebebiyet verebilir. Hadis-i şeriflerde men edildiğimiz asabiye, işte bu ölçüsüz tepkilere, zararla oturtan öfkelere yol açan ortak nefs-i emmaredir ki adına ‘cahiliyye asabiyesi’ denilmiştir. Cahiliyye asabiyesi, kendi mensubiyetinin diğerlerinden üstün olduğu iddiasındadır. Soy, ırk, renk, cinsiyet, dil gibi, iradî olmayan aidiyet veya niteliklerle övünür. Düşündüğü ve hedeflediği sadece kendi çıkarıdır. Bütün tarafları kuşatıcı bir hukuk anlayışını kabul etmez, haklıyı haksızı ayırmaz. Daha doğrusu hak ve imtiyazlara yalnızca kendini layık görür. Karşı taraf, yok edilmesi yahut etkisiz hale getirilmesi gereken zararlı bir ‘öteki’dir.”

Hâsılı, dinî ölçüler içinde de olsa asabiyet ve kavmiyet duygusuna ihtiyaç hissetmeden, ümmet birlikteliğinin vecibelerini yerine getirmek, millet olmanın huzuru ve doğruluğu içinde yaşamak gerek.

 

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.