27 Aralık 1936, Mehmed Âkif’in vefat ettiği târihtir. Âkif’in cenazesinde Altı Ok Cumhuriyeti’nin lâdinî resmî zevatı, bir başka ifadeyle İstiklâl Savaşı’nda ona irşad vazifesi verip sonra “mürteci” diyen Kemalist şefler yoktu. Ne gam! Tabutuna ay yıldızlı bayrağı sardırmayan Atatürkçü güruhun lâdinî vicdanlarına karşı, “Hakk’a tapan milletin” mensuplarıyla Asım’ın Nesli vardı.
Beşir Ayvazoğlu’nun “1924 bir fotoğrafın uzun hikâyesi” adlı kitabındaki ifadeyle “yakın dostu” Midhat Cemal Kuntay, Âkif’in vefat haberini alınca yaşadıklarını şöyle anlatıyor:
“Cenaze Beyazıd'dan kalkacak. Oraya gittim. Kimseler yok, bir cenazenin geleceği belli değil. Çok sonra birkaç kişi göründü. Biraz sonra çıplak bir tabut geldi. ‘Bir Fukara cenazesi olmalı’ dedim. O anda, Emin Efendi Lokantası'nın sahibi Mahir Usta elinde bir bayrakla cenazeye koştu. Sebebini anlamadım. Yine o anda yüzlerce genç, üniversitenin büyük sancağına çıplak tabutu sardılar. Ellerimi yüzüme kapadım. Cenazeyi tanımıştım. Al sancaklı siyah Kâbe örtüsüne sarılan tabut üniversite gençlerinin bir ürperme manzarası alan elleri üzerinde gidiyordu. Cenazenin arkasında devlet adına hiç kimse yoktu. Bir mahşeri kalabalık kendi kendilerine gelenlerin saflarıydı. Sırf cenaze için gelmişlerdi ve bu şahidi olmayan güzel bir dostluktu…” (Mehmed Âkif Ersoy, Hayatı-Seciyesi-Sanatı, Mithat Cemal Kuntay, Timaş y. 2012)
Midhat Cemal’in anlattıklarından anladığımız şu ki, Âkif’in cenazesinde millet karşıtı Kemalist şefler olmadığı gibi Chp’li bir kişi dahi yoktur. Zamanında onunla arkadaşlık eden devrin ünlü gazeteci-muharrirlerin, şairlerin ve siyasîlerin Kemalist despotizmden ve Âkif’in “rejim muhalifi İslâmcı” kimliğinden dolayı cenazeye katılmayışları utanç verici bir hâdisedir.
İstiklâl Marşı yazmayı ısrarla teklif eden seküler Türkçü Hamdullah Suphi Tanrıöver, Âkif’in vefat tarihinde büyükelçi olarak Bükreş’teydi. Âmenna! Fakat İstiklâl Marşı Şairi’nin vefatıyla ilgili tek satır yazı ve taziyesi yok. Buna benzer devrin nice aydınları devrin gazetelerinde onun vefatı hakkında yazma cesareti gösterememişler. Yakın târihini ve gerçek münevveranını tanıyıp öğrenenler bu zümreyi kalbinden ve fikrinden uzak tutacaktır.
Hakk’a tapan Türk milletinden olduğunu Âkif’ten öğrenenler, onun “toprak tümsekten” ibaret olan mezarını, vefatının ikinci yılında üniversite gençlerinin kendi aralarında topladıkları parayla yaptırıldığını, resmî ideolojinin, yâni lâdinî Kemalist Cumhuriyetin zerre-i miktar desteğinin olmadığını da fikrî hâfızasına yerleştirmekle mükelleftirler.
ÂKİF’İN TABUTU KÜLLÜK’ÜN ÖNÜNE GETİRİLİR
Pozitivist inkılâpçı Cumhuriyet’in şefleri ve yandaşlarının bilerek katılmadığı Âkif’in cenazesinde, Âkif hayranlığı genç bir hoca iken başlayan Prof. Ali Nihat Tarlan’ın yaşadıkları bir hayli hüzünlüdür. Divanyolu'nda kahvede otururken birkaç Tıbbiyeli arkadaşı koşarak yanına gelirler. “Hocam” derler, “Âkif’in cenazesini Küllük'e getirmişler, bir araba içinde bırakmışlar, ne yapalım?” Beyazıt Câmii’nden cenaze örtüsü, üniversiteden de bir bayrak alın ve hizmetinde bulunalım, diyerek hızlıca cenazenin olduğu yere giderler. Bir saat yakın zamanda cenaze hazırlanıp omuzlara alınır. Beyazıt Meydanı onu sevenlerle doludur. Kış kıyamette, hocaları tarafından yol kenarında dizilen küçük yavrular, ilkokul öğrencileri göz yaşartacak bir manzara teşkil eder. Üniversite talebeleri cenazenin hemen arkasındadır. Kiminin üzerinde pardösü bile yoktur. ((İlkadım Dergisi, sayı: 270, Ocak 2011)
Onun en yakın dostu Eşref Edip’in anlattıkları, Âkif’e “mürteci” diyen (Ne mutlu Âkif gibi mürteci olmak) Atatürkçü rejimin Âkif düşmanlığını gözler önüne seriyor: “Câmide örtüsüz, yalnız tahtadan ibaret bir tabut. Talebeler hüngür hüngür ağlıyorlar. Çıplak bir tahta ile tabut, musalla taşında al sancaklarla, Kâbe örtüleriyle örtülüyor ve Âkif’in cenazesi İstiklâl Marşı ile götürülüyor.” (M. Ertuğrul Düzdağ, Mehmed Âkif Ersoy, TC. Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, 1988)
Âkif’in vefatında tıp öğrencisi olan Dr. Macit Bumin’in yazdıklarından da ezansız Cumhuriyet zevatının cenazeye ideolojik olarak katılmadığı apaçık:
“Vakit erkendi. Kütüphânenin açılma saatini, tam karşısında bulunan ve Küllük denilen kahvelerin birinde oturarak bekliyorduk. Sulu kar yağıyordu. Tam bu sırada caddeden tek atlı bir araba geçiyordu. Arabacının yanında fesli bir genç oturuyor. Yükü, örtüsüz bir tabut olan araba, câmi kapısına yöneldi. Sorduk: ‘Bu tabut kime ait?’ ‘Mehmed Âkif Bey’e aittir.’ (…) Bir câmi avlusu ve bir tabut. İçinde İstiklal Marşı’mızın şairi Mehmed Âkif Ersoy. Devlet erkânı yok…” (Türk Edebiyatı dergisi, Mart 1983)
Âkif’in cenaze törenine hukuk fakültesi öğrencisi iken katılan Prof. Dr. Sulhi Dönmezer’in “Âkif’in Cenaze Töreni” adlı yazısında (Tercüman Gazetesi, 5 Ocak 1987) yazdıklarını millî öfkeye kapılmadan okumak mümkün değil. Ona göre, ülkede tek partinin otoriter düzeni hâkimdir. Kimse idare ile çelişkiye düşmek istemediği için basında Âkif’in yurda dönüşü ve hastalığının seyri hakkında pek fazla haber yayınlanmıyor. Bir cenaze otomobilinden iki kişi üzerine örtü konmamış bir tabutu indiriyor. Yoksul birinin cenazesinin getirildiğini düşünerek bir kısım arkadaşları yardım ediyorlar. Fakat tabutun Âkif’e ait olduğu anlaşılınca gençler ağlamaya ve merhumun bir kısım arkadaşları da gelmeye başlıyor. Gelenler arasında ne Vali, ne Belediye Reisi ve ne de Tek Parti’nin zimamdarlarından (idarecilerinden) hiç kimse ortalarda yok. Cenaze gençlerin sorumluluğunda kaldırılıyor. Saygı ve vakar içinde, hiçbir tahrike kapılmaksızın cenazeyi omuzlarında Edirnekapı Mezarlığı’nın Şehitlik karşısında bulunan kısmına taşıyorlar. Dinî merasim yapılmadan önce hep bir ağızdan hançerelerini patlatırcasına İstiklâl Marşı’nı söylüyorlar.
M. KEMAL’DEN “ÂKİF’İN CENAZESİNE KATILMAYIN” TÂLİMATI
Brüksel’de elçilik vazifesi sırasında içkiliyken bir kadına sarkıntılık ettiği için diplomat kartı yırtılan ve dayak yiyen, Millî Mücadele’ye katılmayan, İstiklâl Harbi yıllarını Avrupa’da bohem hayatı içinde geçiren agnostik (vahiy ve din kurallarına inanmayan, yaradancı) şair Abdülhak Hâmid’e, kendine övgüler düzdüğü için 1924’de "Vatani Hizmet Tertibinden" emekli aylığı bağlattıran, dahası 1927’den vefat ettiği1937’ye kadar İstanbul mebusu yapan, öldüğünde de devlet töreniyle defnettiren M. Kemal, Millî Mücadele’ye katılan Âkif’in cenazesine sahip çıkmadığı gibi, İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’ya bizzat emir vererek yayınlattırdığı tâlimatla İstanbul Valiliğince Âkif’in cenazesine sahip çıkılmamasını ve bütün resmî zevatın cenazeden uzak durmasını ister. (Burhan Bozgeyik, Doğru Tarihe Doğru, Tuğra Neşriyat)
Bu ideolojik muamelenin dahası var; Millî Mücadele yıllarında Amerikan mandasını savunan, İstanbul'dan dışarı çıkmayan yazarları himaye eden Kemalist devlet, millî edebiyat ve düşünceye imza atmamış olan seküler zihniyete sahip Sami Paşazâde Sezai'nin cenazesine gösterdiği ilgiyi Âkif'ten esirgemiştir. Şüphesiz ki lâ-dinî Cumhuriyet’in esirgemesine muhatap olmamak Âkif için bir şereftir.
“ÂKİF’E DÜŞMANLIK MİLLETE DÜŞMANLIKTIR”
“Âkif’e düşmanlığın millete düşmanlık” olduğunu ifade eden D. Mehmet Doğan, İlkadım dergisinin yaptığı mülakatta (mülakat onun “Câmideki Şair Mehmed Âkif” kitabı s. 264’de yer almaktadır) Cumhuriyet despotlarının Âkif’in cenazesine katılmayı yasaklamalarındaki sebebin İstiklâl Marşı’nın uyandırdığı fikirler ve Türkiye’yi terk edişindeki tavrı olduğunu söylüyor. Tek Parti idaresinin cenazesine ilgisiz kalmadığını, aksine, Türkiye’nin tek üniversitesi olan İstanbul Üniversitesi rektörlüğüne tâlimat göndererek cenazeye katılmayı yasakladıklarını, bu ters ilgiye rağmen, üniversite gençliğinin cenazeden haberdar olduğunu, millî şaire sahip çıktığını, onu eller üstünde kabrine kadar götürdüğünü, Cumhuriyet tarihinde ilk müstakil ve kişilikli gençlik hareketinin böylece ortaya çıktığını, anlatıyor.
CENAZESİNE KATILAN TALEBELER SORUŞTURMA GEÇİRİYOR
Bir başka zulüm örneği de Âkif’in mezarında genç bir üniversiteliyken konuşma yapan Prof. Dr. Abdülkadir Karahan’ın Yüksek Öğretmen Okulu’ndan Emniyet Müdürlüğü’ne getirilerek sorgulanmasıdır. “Ne sıfatla, resmî makamların törene gerek görmediği bir şairin kabri başında konuşma yaptığı” sorulur. Cevabı şöyledir:
“Ben herhangi bir şairin değil, Türk bayrağı göndere çekilirken yazdığı İstiklâl Marşı ile göklere seslenen bir zâtın kabri başında milletimin duygusunu, saygısını dile getirdim.” (İlkadım Dergisi, sayı: 270, Ocak 2011)
Adı geçen derginin aynı sayısında, 16 Aralık 1971 tarihli “Babıâlî’de Sabah” gazetesinde Dr. Neşet Adnan Zentürk’e ait bir yazıdan ibretle okunacak bir haber daha veriliyor:
“Atatürk cenazeye katılmamış, katılan gençleri de kınamıştır. Cenazenin kaldırılmasına üniversite gençliğinin öncülük etmesi onu öfkelendirmişti. Cenazeden sonra İstanbul’a geldiği bir gün Pera Palas’ta Yüksek Ticaret Okulu’nun yıllık balosunda kendisine gösteri yapan ‘yaşa Gâzi’ diye tezahürat yapan gençlere, ‘Ben size devrimlerimi emanet ettim. Siz ise benim devrimlerime karşı olan Mehmet Âkif’in cenazesini büyük törenle kaldırdınız’ diye sitemde bulunur ve ağır konuşur.”
KEMALİST/CHP İKTİDARI ÂKİF’İ SEVMEYİ YASAKLIYOR
Yazar Fatih Bayhan bir televizyon konuşmasında (28.12. 2012 tarihli gazeteler) “M. Kemal’in, Mehmed Âkif’e vefasızlık yaptığını, cenazesinde devletin olmadığını, Chp'nin diktatör zihniyetinin onu sevmeyi ve cenazesine gitmeyi yasakladığını” duygulu ifadelerle anlatıyordu.
Hâsıl-ı kelâm, Mehmed Âkif, “çok sevdiğini” söylediği Hazret-i Peygamber Efendimiz’in vefatı yaşında, yâni altmış üç yaşında Hakk’a uçtu. Hasta iken öleceğini hissetmiş olacak ki, “Çöz de artık yükümün kördüğüm olmuş bağını / Bana çok görme İlâhi bîr avuç toprağını!..” mısralarını yazmıştı. Ondan geriye hüzün, yoksulluk, bir kat esvap, bir mavzer tüfeği ve istiklâl madalyası kalmıştı.