Türkiye Yazarlar Birliği’nin Kurucusu ve Vakıf Başkanı D. Mehmet Doğan'ın Yazar Yayınları’ndan (www. yazaryayinlari.com) / yazar@yazaryayinlari.com) yeni çıkan “Kelimelerin Seyir Defteri” geldi fakirin kapısına da ne kadar sevindi bilseniz!
Türkiye’nin zor girilen netameli yakın tarihinin en cesur araştırmacısı D. Mehmet Doğan, Türkçe’nin üslûpkârı ve dil sahamızı ustalarından biridir. Defalarca basılan “Büyük Türkçe Sözlük” nü iki nesil başucunda bulundurmaktadır. Türkçe’nin yaşayan hâmilerinden ve âmiyâne ifadeyle “tek tabanca” sıdır. Bu sahada verdiği mücadeleyi son otuz beş yılı idrak eden ortalama her kitap okuyucusu bilir.
Cumhuriyet inkılâpçılarının kıyımına uğrayan bin yıllık İslâmlaşmış Türkçe’mizin ve kelimelerimizin tek müdafidir. Bu müdafaa yolunda onlarca kitap yazmış (Yüzyılın Soykırımı, Dil Kültür Yabancılaşma, Bir Lügat Bulamadım, bu kitaplardan birkaçıdır) ve İnkılâpçı Cumhuriyetin oligarklarıyla kıyasıya savaşmış, bu mücadelesinde karşı tarafın saldırılarına ve hukuksuz mahkemelerinin dâvalarına maruz kalmıştır.
“Kelimelerin Seyir Defteri” nin “sunuş” u, “seyir defteri” nin Osmanlı denizciliğinden başlayıp Cumhuriyet sonrası resmî ve diğer yazılarımızda kullanılışının kronolojisi, ifadenin mâzisi, nasıl oluştuğu, meslekî anlamı hakkında bugüne kadar okumadığımız hayli çarpıcı bilgiler veriyor ki, başlı başına bir mevzu…
Medeniyet ve maarifimizi bir başka cephesiyle anlamak cihetinden dolayı kitabına “Kelimelerin nereden gelip nereye gittiğini merak edenlerin ilgisini çekeceğini umduğumuz Kelimelerin Seyir Defteri…” adını verdiğini söylüyor.
Sadede geleyim; Akıcılığının yanında sarahat ve selaset arz eden anlatım tarzıyla kandırıcı su tadında içip okuduğum “Kelimelerin Seyir Defter”inde Cumhuriyet inkılâpçılarının eliyle gadre ve katliama uğrayan muhteşem kelimelerimizin başından geçenler anlatılıyor.
Okuyup öğrendiklerimi ilaç prospektüslerine benzer akademik anlatım tarzında değil, hülâsa ederek sohbet üslûbuyla aktarmak istiyorum.
Dil dâvamızda bileyli olan kitabın yazarı daha baştan, âmâ üstad Cemil Meriç’in “Kamus bir milletin namusudur. Kamusa uzanan el namusa uzanmıştır” sözünden mülhem olarak “Kamusun namusu” diyerek başlıyor söze. İnkılâpçı Cumhuriyetçilere izafeten söylediği çok iğneli ve çarpıcı bir başlığından başlayayım anlatmaya:
“DİLİN KANUNU YAZSAM YENİDEN”
“Şu iki ‘kanun kelimesi dahi ‘Osmanlıca’nın ne kadar lüzumlu olduğunu apaçık göstermiyor mu? (…) Kanun kelimesini uzun okutmak için kullanacağımız bir işaret var, fakat onu başka bir ‘kanun’da ve inceltme maksadıyla kullanmak zorundayız, o da işte ‘ ateş ocağı, mangal’ mânasına kanun. Bu kelime ‘kânun’ olarak yazılınca, ‘kanun’ kelimesinin başındaki uzun hecenin canı cehenneme’ diyoruz. O yüzden kanun kanun denilip duruluyor. Böylece de kelimenin İtalyancasına ‘kanon’a yaklaşıyoruz. Ya kaf’la başlayan ‘kanun’u iki a ile yazmaya ne buyrulur: Kaanun! Resmi otorite mevkiindeki Dil Kurum’u buna cevaz vermiyor. Külliyen mi? Hayır, burada da iki istisna var. Mesela, katil ve katil kelimeleri… Kaatil, yani ‘öldüren’, katleden’i böyle yazmamız buyuruluyor.” (s. 18)
“Neden? Çünkü bir de ‘katil’ var. Yani ‘katletme, öldürme’ mânasına. İkisi karışmasın diye lütfedip böyle yazılmasını uygun bulmuşlar. (…) Bu arada ‘kaanun’nun aynı zamanda klasik Türk mûsıkîsinin en vazgeçilmez sazlarından biri olduğunu unutmayalım…. Biz ocak ayına 1945 yılına kadar ‘ocak demezdik. O yaın adı kânun’ idi. Kem de ikinci kânun. Daha önce kânun-ı sâni derdik. Öyleyse bir de kânun olmalı. Diyorsanız, doğru düşünüyorsunuz. Kânun-ı evvel, ilk veya birinci kânun da şimdi ‘aralık’ dediğim aydır.” ( s. 18-19)
“ŞEHRİ KENTLEŞTİRMEK!”
Takip edenler bilir ki, yazarın daha önce yazdığı “şehir-kent” kelimesine dair ufkumuzu açıcı yazıları mevcut. Şehirle kent arasında o kadar mesafe ve muhteva farkı var ki, inkılâpçı Cumhuriyetin yetiştirdiği yahut idrakini bozduğu nesiller bunun farkında değiller. Oysa şehirle kent hiç de birbirine benzemez. Kelimelerin Seyir Defteri’ni açıp bu bahsi sürelim, görelim neler yazılmış:
“Bundan 80 sene önce, 1935’te ağır bir zihin ameliyesinden geçirildiğimizi unutmalı mıyız? Bu düpedüz bir beyin ‘operasyon’ u idi… Maddî değil, mânevî… Kafatasımızı fiziken açmadılar, beynimize neşter atmadılar; fakat muhtevası ile oynadılar. Bin yıllık dil birikimimizi iptale kalkıştılar., yerine 7-8 bin kelimelik ‘cep kılavuzu’ koymak istediler…”
“Şehrimizi tarumar ettiler… Şehir, yani medine… Medeniyet birikimimizin görünürleşme mekânı olan yer… 1935’te şehre şar diyemediler ama, şarbay (belediye başkanı), şarbaylık (belediye), şardaş (şehirli, hemşehri), şar kurulu (belediye meclisi)) gibi sözler icad ettiler, fakat hiçbiri rağbet görüp halka mal olmadı. ‘Şâr’ yabancı değildi bize, çünkü halk şaar veya şeer diyordu. Halkla doğrudan konuşan mutasavvıf şairimiz, başta Yunus Emre hem ‘şehir’ hem ‘şâr’ diyordu: ‘Vâr imdi gez şârdan şâra şöyle garib bencileyin” (s.22)
“KENT’TEN ŞEHİR YAPMAK”
Kend /kent’in Soğdça veya Sakacadan Farsçaya ve Uygur Türkçesine geçtiği sanılıyor. 19. Yüzyılın lügatçisi Mütercim Asım’ın Kamus Tercümesi’nde ‘Türkîde karyeye denir.’ Karye, yani köy. Divanü Lügatı’t-Türk’de, ‘kend’in şehir, kasaba , kale mânaları olduğu, fakat Oğuzlarca köye ‘kend’ denildiği belirtilmektedir. TDK, Kent’e 1945’te ‘şehir, kasaba’ dedi. (…) 3. Hamlede ‘kent’in karşısına ‘şehir’ yazıldı. (…) Kentlilik, kenttaş, kent soyluluk, kenttaşlık… kent konseyi, kent meydanı, kent müzesi, kent ormanı…
(…) Şehirlerimizin yerine kent denilmesinin psikolojik arka planında şehirlerimizin köyleşmesi yatıyor olabilir mi? Köylerimizi şehirleştiremedik, fakat şehirlerimizi kentleştirdik” (s. 23-24-25)
“EĞİTİM’İN İRFANINA TURP SIKMAK”
Türkiye’de eğitimin, hele de önüne “millî” eklenince ne menem bir ucube hâline geldiğini bilmeyen ve şikâyet etmeyen yoktur. “Millî eğitim” ifadesinin mevut doksan yıldır bütün dokunmazlığı ve millet çocuklarının irfanı yabancılığıyla yürürlükte “eğitim”in muhtevasının sakatlığı bir yana lafzî mânasından arındırılarak ne hâle getirildiğini “Kelimelerin Seyir Defteri” ni açıp okuyunca dehşete düşmemek mümkün değil. İşte “eğitimin irfanına turp sıkan” cinayetlerden birkaç satır haber:
“…Türkçeden Osmanlıcaya Cep Kılavuzu’nda ‘eğitim’e karşılık olarak ‘terbiye’ denilmişken, bu kelime kanserli bir hücre gibi, zamanla bütün alanının kelimelerinin yerine geçti. Anlam inçliklerini slip süpürdü, kavramları yalama etti, her şeyi belirsizleştirdi. Eğitimli fakat terbiyesizler çok. Eğitimli ama câhiller az değil. Eğitimsiz fakat âriflere ne demeli? Gelelim tahtına konulduğu kelimelere. Önce maarif… bu kelime bakanlığın adı olmasa idi, bu kadar yaygınlaşabilir miydi? Maarif Vekaleti, 1946’da ‘Millî Eğitim Bakanlığı’ yapıldı. Millî Şef döneminin tasarrufu olduğu için, 1950’den sonra seçilmiş iktidar ‘Maarif Vekaleti”ne döndü. Darbeciler 27 Mayıs 1960’dan sonra tekrar “Millî Eğitim Bakanlığı” yaptılar. Dönüş o dönüş.” ( s.33)
“Hiçbir seçilmiş iktidar ‘bu tek parti iktidarın, darbecilerin kelimesidir, kullanmayız’ diyemedi. ‘Maarif’, eğitim gibi köksüz, türedi bir kelime değil. Kardeş ve akraba kelimeleri mânası hakkında fikir verebilir: Ârif, ârifâne, irfan, maarifet, târif… tearuf, itiraf, müetarif…maruf… Maarif, marifetin çokluk şekli, yâni ‘marifetler, bilgiler’ demek. Bakanlık adı olunca, ‘eğitim ve öğretim, tâlim ve terbiye sistemi’ mânası veriyor. Başka bir açıklaması: Tahsille edilen bilgi... kültür karşılığı olarak kullanıldığı da olmuş. Maarif’i kullanırsan, ârif de yaşar. Marifet de, irfan da! (…) Tâlim ‘ilim’le aynı kökten! ‘Öğretim’le karşılanabilir, fakat uygulamalı öğretim olmalı. Askeriye bu mânada kullanırdı, tâlim yapılan yere tâlimgâh denirdi. Askeriye tâlimi bıraktı, ‘eğitim’i aldı. Böylece terbiye karşılığı üretilen bir kelimeye farklı bir mâna ile revaç verdi. (…) Eğitimin ‘Eğmek masdarından türetildiğine şu atasözü delil olabilir: Ağaç yaşken eğilir! İnsan çocukken eğilip bükülür. İşte Cumhuriyet terbiyesi! Eğitim terbiye ise, Karşılıklar Kılavuzu’nda ‘eğitmen’ mürebbi, terbiyeci olur. Fakat, kullanımı asla böyle olmamıştır. ‘Kurs görerek köyde öğretmenlik yapan kimse, köy öğretmeni.’ TDK sözlüğünün 7.baskısında böyle deniyor… 1945 sözlüğünde ‘eğitimci’ yoktu. Şimdi var ve asla ‘mürebbi’ karşılığı kullanılmıyor! ‘Terbiye’ kelimesinin ‘Rab’la ilişkisini bilen bilir. Eğitim neyle ilişkili, cevabını merak eden var mı?” (s.33)
“Diyelim ki ‘eğitim’i 1935’te tasarlandığı gibi sırf ‘terbiye’nin yerine koyduk. Bu mümkün mü? Terbiyenin anlamlarından biri, ‘bazı yemeklere konulan bir çeşit salça’… Hani artık ‘sauce’ deniyor ya! Ya terbiyelemek? !Yemek suyunu çeşitli maddeler kullanarak işlemden geçirmek.’ Daha sırada ‘terbiyeli maymun’ ve ‘terbiyeli köfte’ var! Terbiyesizlikle eğitimsizlik asla eşitlenemez! Öğretmenleri üzmemek için ‘ilim’le aynı kökten ‘muallim’e hiç girmeyelim….öğretmenle eğitimcinin eş anlamlı kullanıldığını, mürebbi karşılığı eğitimcinin anlamsızlaştırıldığını hatırdan çıkarmayalım.” ( s. 33)
“Gelelim tedris/tedrisata… ‘Ders’le aynı kökten. Ders verme, öğretme demek… Tedrisat ise öğretim! Hepsi bir tarafa, ‘eğitim bir tarafa! Bu kadar farklı anlam nasıl fukara bir kelimeye yüklenebilir? Yüklense de o kelime bunu taşıyabilir mi? ‘İrfan nerede kaldı’ diyorsunuz her halde. İrfan, sırf öğretimle elde edilemeyen, gerçeği sezerek kavrama gücü; ilim ve zekâ ile ulaşılan olgunluk; bilme, anlayış… Siz olsanız, eğitim irfanına turp sıkmaz mısınız? Türkiye’de eğitimin bir numaralı meselesi dil fakirliği… Maarif gibi ihatalı bir kelimenin yerine geçmekle kalmayıp sahanın bütün kelimelerine karşılık kullanılan bu kelimeden kurtulmadan kafa karışıklığından halâs olmak mümkün değil. Türkiye’nin hafızası maarifi maarifi geri çağırabilir mi? (…) Bakan Nabi Avcı farkını gösterdi. Mayıs ayında çıkarılan bir yönetmelikle ‘Maarif Müfettişliği’ ihdas edildi...” (s. 33)
“ÂSIM’IN NESLİ DİYORDUM YA…”
Türkiye’de yabancı izm’ler ve ideolojilerin sel gibi aktığı yetmişli yıllardan itiraben mukaddesastçı akımlar ve gençliği hem alternatif, hem de sağlam bir genç tipi oluşturmak için Âsım’ın nesli ifadesini en güçlü, en tesirli ve kavî bir söz olarak dimağlara yerleştirmeye çalıştıklarını iki kuşak iyi bilir. Bundandır ki bu sözün ehemmiyeti çoktur. Fakat Türkiye’de doksan yıllık inkılapçı Cumhuriyetin dil ve kavramlardaki tahribatı o kadar yıkıcıdır ki Âsım Nesli” nin mânasında bile birbirine benzer câmialarda tam bir anlaşma ve doğrusunu kavrama birliği yoktu. Bugün ve yarın da fikir hayatımıza ve gençliğimize dinamizm kazandıracak bu kıymetli ifadeyi “Kelimelerin Seyir Defteri”nde aslıyla, mufassal târif ve açıklamalarıyla okuyup cezbeye kapılmak mümkündür. Açıp okumaya başlıyoruz:
“Âsım’ı kim bilmez? Mehmed Âkif anıldığında kin onu hatırlamaz? Hangi idealist /ülkücü kendini Âsım’a nisbet etmez? Ömrümüz ne kadar uzun olursa olsun yaşlanır ve günü geldiğinde bu dünyaya veda ederiz. Güçlü edebî eserler ve kahramanları ise, yüzyıllar bin yıllar boyunca yaşar; zindeliklerini korur. Her nesil onlarda kendilerinden birşeyler bulur. (…) Âkif’in Âsım’ı da kitabının yayınlanışının üzerinden 91 yıl geçmesine rağmen gençlik timsali olarak zihinlerimizdeki yerini koruyor. 1919 eylülünden 1924 temmuzuna kasar Sebiliürreşad’da… eserin aynı nisan ayında tamamlandığı biliniyor.” (s.51)
“Şiirde ülkeyi kurtaracak, ileriye götürecek gençlik sembolü olarak bilgili, madden ve mânen kuvvetli, ahlâklı ve erdemli bir genç olan Âsım ve nesli konu ediliyor. Pozitivizmin tesiriyle, o sıralar insanın sadece maddesine yönelik gençlik projeleri rağbet görürken, Mehmed Âkif bu eserinde bütünü gözeten modelini Âsım karakteri etrafında çizmiştir. Köse İmam’ın, tahsilini yarıda kesip Çanakkale cephesine koşan oğlu Âsım, bu edebî eserin kahramanı olarak o sırada büyük feragat ve fedakârlıkla vatanın imdadına yetişen öğrenci gençliği temsil etmektedir. Ki onlar Çanakkale’yi Çanakkale yapan belli başlı unsurlardandır. Çoğu şehid olur; liseler, yüksek okullar birkaç yıl mezun vermez. Âsım, Çanakkale’nin gâzilerindendir. (…) Onun ‘Âsım’ın nesli’ kavramı günümüze kadar yetişen nesillere imanlı ve ahlâklı müsbet örnek olarak ideal aşılamakta ciddi tesir uyandırır.” ( s.51)
“Âsım’ ne demek…?”… Koca şair neden kahramanına Âsım ismini verdi? Âkif gibi kılı kırk yaran bir şair, kahramanına rastgele bir isim seçmemiş olmalıdır… Adlar Sözlüğü’nün… verdiği anlam: ‘Günahsız, haramdan kaçan, namuslu.’ Vefik Paşa Lehçe-i Osmani’de ‘âsım kelimesini ‘günahtan pak, ismetli, âsımsız’ olarak açıklıyor.” ( s.51)
“Devellioğlu… Âsıma’nın Medine’nin adlarından olduğunu belirtiyor. Âkif’in Âsım’ı bu anlamlandırmaları doğrulayan bir karakter olarak çizilmiştir. Dolayısıyla isim seçiminde şairin dikkatli davrandığından şüphe edilemez. Fakat ‘âsım’ kelimesinin başka anlamları … Ahterî Mustafa Efendi’nin Ahterî-i Kebir’deki… ‘Manî ve hafız’, yâni engel olan ve koruyan. (…) Âsım, Kur’an-ı Kerim’de geçen kelimelerden. Mahmut Çanga’nın Kur’an-ı Kerim Lûgati’ne göre, ‘âsım’ koruman fiilinin ism-i failidir, yâni etken ismidir. Öyleyse, ‘koruyucu’ anlamına gelir.” ( s.54- 55)
Ardından, kitabın yazarı “Biz âsım /âsımîn (asımlar) kelimesinin yer aldığı üç âyetin mealini aktarmakla yetineceğiz” diyerek “Yunus/27” “Hûd /42-43” ve “Mü’min 32/33” âyetleriyle “oğul” hitabıyla Âsım’ın kurtarıcı ve koruyucu olarak yer aldığını söylüyor. Yazar, Elmalılı Hamdi Yazır’ın Hak Dili Kur’an Dili tefsirinde de “Elmalılı, Hûd suresinin 43. âyetinde ‘lâ âsımil yevmi min emrullahi…” şeklinde devam eden açıklama ile “âsım” ın koruyucu ve kurtarıcı olarak anlamlandırıldığını” belirtiyor.
Yazar ayrıca Âsım ismini İslâm tarihinde ve Hz. Peygamberimizin cihadlarında yanlarında yer almış nice zatların isimlerinin de “Âsım” olduğu belireterek “Âsım da isimmiş gerçek!” diyerek gönlümüze sürur ve coşku veriyor.
İnkılâpçı Cumhuriyetin dil katliamını öğrenip bileylenmek istiyorsak, zihnimizi ve dimağımızı kıvrandıra kıvrandıra açan, dolayısıyla mankurtlaştırılan hafızamızı yerine getiren başlıklardan sadece birkaçını takdim etmek isterim:
“Konuşmayan Komşular!” , “Evren ıssız kaldı mı?”, “Ramazan Saimleri Oruçlu mu?”, “Seçimi Seçmek”, “Devlet Dili Millet Diline Karşı”, “Harfi Harfine İnkılâp”, “Türkçeyi Osmanlıca diye Öldür, Latinceye alan Aç!”, “Dil Kurumunda Türkçe Bilen Kalmamış!”, “Dil Kurumunun abdest’i!”, “Medeniyet Dilinden Etnik Dil Çıkarmak”, “Kültür Kelimesinin Aslı Türkçe mi?”, “Meclis Sözlük Yazar mı?”, “Kâfir İslâmbol’a dek Giderse”, “Anayasanın Dil Yarası”, “Evlâd-ı Fâtihana Sözlük Hediye Etmek”
Bu millete aidiyet hisseden, millete rağmen ilân ettirilen inkılâpçı Cumhuriyetin ve yandaşı TDK’nın ruhumuza ve medeniyetimize ağyar kelimelerinden rahatsızlık duyan herkes, doyumsuz bilgi ve ironik anlatım hazzı veren “Kelimelerin Seyir Defteri” ni çantada taşıyıp gittiği her yerde zihin ve dimağın şifası niyetine okumalıdır, derim.