Ey kalemim, dedi yazıcı! Masivayı, denî olanı, karanlığı ve zâlimleri yazmaktan ruhum karardı. Dünya kokan düşünceleri yazıya dökmekten ikrah geldim. İçimin aydınlanmadığını fark ettim. Kalbime ferahlık vermeyen, sadrımı açıp inşirah ettirmeyen malâyânî mevzulardan sıyrılıp yazıyı terk edeceğim. Sen de yazmayı bırak kalemim!
Dostlukları kadîm zamanlarda başlayan iki ezelî dost birbirlerine baktılar. Yazıcısı yazmayı terk edeceğini söylediğinde kalem önce inledi, sonra ağlamaya başladı. Gözyaşları, yazıcısının kareli defterinin sayfalarına döküldü. Onunla olan hâtıraları, beraber olduğu cezbe dolu geceler aklına geldi ve elife benzer endamını bir sıtma gibi hüzün kapladı.
Kalemin hüznü, “Nâdân eline düşmekten korktuğu için feryâd eden ve Allah’a yalvaran” bir eski zaman kalemin başına gelenleri dile getiren beyitin anlattığı kadar ağırdı: “Kalem feryâd idüp ağlar mürekkep / Beni nâdân eline virme yâ Rab.”
Kalem, yazıcısının elinde aşk ve cezbe hâlinde yazı yazdığı günleri düşündü. Yazıcısının yazmayı bırakacağına bir mâna veremedi. Çünkü yazıcısını yazmaktan başka hiçbir şey cezbe hâline sokamazdı. Ancak yazarken uzaklaşırdı dünyanın tesirinden. Yüreğinden fışkıran aşka kesilmiş kelimeleri bir ırmak coşkunluğuyla yazardı kağıdın beyaz sayfalarına. Yazdıkça yaşadığının farkına varır, saadetten uçardı? Çünkü tek dostu kendisiydi.
Yazıcısı kendini bırakıp âhir ömründe hayatı nasıl cezbeli ve aşklı kılacaktı? Yalnız bırakılan bir insan gibi baktı kalem. “Benden artık usandın mı? Ultra-teknolojik yazıcıların hâkim olduğu bir devirde benimle yazmaya utanıyor musun?” dedi.
Kalem, yazıcısının suskunluğunun devam etmesine, kendine gönül alıcı sözler söylemeyişine içerlemişti. Yüreğinden kopan sayha ile konuşmaya başladı. Âcizane ben olmasaydım, dedi kalem, Kûr’ân-ı Âzimmüşşan mushaf olarak Ümmet-i Muhammed’in gönlüne nasıl nur saçardı? Edipler ve âlimler nasıl ulaştırırdı yazdıklarını bütün çağlara?
Kalemin sitemi yazıcının yüreğine ateş düşürdü. “Yazmayı terk edeceğim” sözü, inançlarını terk ediyormuş hissine dönüştü ve dimağına kıymık gibi batmaya başladı. Kalemin kadîm zamanlardan bu güne yaptığı hizmetler aklına geldi. Vicdanı yaralandı. Doğu’nun mütefekkirlerinin yazdıklarını ve Dîvan şairlerinin, kalemi bir sevgili olarak gören beyitlerini okuduğunu hatırladı. Şair Ahmed Paşa’nın, harfleri, yani yazıyı “Kur’ân-ı Kerîm’in indirildiği Kadir Gecesi’ne benzetirken, kalemi de o gece secdeye kapanan ağaca benzettiği” mısralarını okuyup cezbeye kapıldığı vakitleri nasıl unutabilirdi: “Şeb-i Kadre döndi o miskîn rakam / Sücûd itse tan mı dıraht-ı kalem.”
Kalem, kendisine verilen sırları hayatı pahasına başkasına söylemeyen bir sırdaştı. Tasavvufta kalemin sırdaşlığı dervişe benzetilirdi: “Her kişinün kir sırrın ide sînede nihân / Kat’olmayınca başı dimez hayr u şer kalem.” Yani, kalem seyr ü sülûk yolunda olan ve bu yolda aşk kılıcına başını kestirmiş âşık ve sâdık biridir.
“A’dâyı zemme başlasa zehr akıdur dili / Ahbâba medh okusa şekerler saçar kalem” diyen Helâkî’ye göre kalem, “dostunu ve düşmanını (a’dâ) ayırabilen akl-ı selîm sahibi bir insan” gibiydi. Şairlerin büyük atası Fuzûlî’nin: “Alınmış akçe ile bir kulundur makbûl / Başını eğer keseler eylemez firâr kalem” beyitiyle kalemi “Başını kesseler bile firar etmeyecek makbul bir kul olarak” tasvir etmesi, kaleme olan sevdasını coştururdu
Taşlıcalı Yahyâ, “Surh ile nâme yazduğunı göricek didüm / Gör nice kanlar ağlar elünden kalem senün” beyitiyle, kalemi âşığına naz yaparak eziyet eden mâşuğa benzetmesi, tam da kaleme olan dostluğunu anlatıyordu. Yazıcının gücü marifetinden olduğu kadar, kalemin sadakatli dostluğundan da neşet ederdi. İnsanoğlu kalemin sâyesinde okumuştu yazdıklarını. Yazdıkları, kalemin hasbî çalışkanlığıyla kağıdın yumuşak sayfalarında neşvünema bulmuştu? Gönlünde demlenen kelimeler kağıda düştükçe sevinçten uçup kendinden geçtiği zamanlar aklına geldi? Kalem olmasaydı yazıcı hünerini nasıl gerçekleştirirdi. Bu sualler döküldü yazıcının dilinden.
Kalemin de yazıcının da dedikleri doğruydu. Etle tırnak gibi birbiriyle bütünleşmiş kalem ve yazıcının dostluğu insanoğlundan eskiydi. Dostluklarının mecburî ve rutin bir vazife beraberliğinden doğmadığını yer ve gök bilirdi? Aşk ve meşkle birlikte olunan bir dostluktu bu. Yazının sırlarını, düşüncelerini ve duygularını beraber taşımışlardı. Aralarında kimselerin bilmediği ne sırlar vardı? Ne cilveler yapmışlardı birbirlerine? Yazıcı, kalemin gönlünü kırdığında fazlasıyla alırdı.
Âlimler ve edipler bildirmişlerdir ki, ilk çağlardan bu yana bu iki dost arasında bencillik görülmemiş. Hep sevmişler birbirlerini. Bir varken diğeri de olacaktı. Fıtratları ve vazifeleri onları aynı yazgı içinde dost kılmıştı. Yazıcı yazmaya başladı mı kalem sevincinden uçardı. Hemhâl olduğu tek yoldaşı kalemdi. Derûnunda olan her şeyi kaleme anlatır ve onunla söyleşerek yalnız olmadığını anlardı her dem.
Âlimânın ve üdebanın sözleri aklına geldi yazıcının. Kalem dostluğu kıymetlidir bilene. Kalem dostluğu, kalemi aynı istikâmette tutanlar arasında hâsıl olurdu… Şimdiki zaman yazıcılarının çoğu yazı yazsalar da kalemini terk eden kalpsiz ve mâzisiz modern yazıcılardır. Çünkü kalemle yazmıyorlar artık. Yazıcı, yüreğinde bir sızı hissetti. Bir ah çekti. Kaleme vefa gösterenlerdenim şükür, kalemle gönül bağım bezm-i elestte verilen söz üzere devam ediyor, dedi.
Yüreğine indi kaleme söyledikleri. Hayatı kendine sırlı ve mânalı kılan, sokakta haydut olmaktan ve modernizmin dişlilerinden kurtaran kaleme söylediği sözlerden bin pişman oldu, içi yandı. Dosthânesinde, yani mağarasında maveraî bir hayatı yaşamasını öğreten kitaptan sonra yazının efsunî gücüyle tanıştıran kalem değil miydi?
Yazıcı vecdden ve fikirden dönen başını masaya koydu. Hayâl ile rüya arasında bir ânı yaşadı bir müddet. Sonra hüzünlü duruşuyla Vav hâlini almış kaleme baktı. Eline aldı, sevdi onu. Ey, vefâlı dost! Başım döndüğünde kadîm hikâyen aklıma geldi. Hikâyeni anlatıp, kırdığım gönlünü almak istiyorum, dedi:
“KALEM, HİKÂYE-İ EVVELDİ VE İMTİHAN-I EVVELİ YAZANDI”
Kalemin de, yazıcısı gibi kalbi ve yaratılış hikâyesi vardı. Modern zamanlara gelinmeden önceki âlimlerin ve ediplerin aşkla söylediği bir söz vardı: “Kalem, hikâye-i evveldi ve imtihan-ı evveli yazandı.” Dünya hayatının başını ve sonunu yazmak için kalem gerekliydi. Mânevî ve zâhirî kelâmı hurufata geçirecek olandı. Müfessirlerin sözüyle: “Kalemden damlayan mürekkep kaderi kudrete izafe eden bir âletti…”
“Müsebbibü’l-esbab’ın keşfi” için yaratılmıştı kalem. Yani sebeplerin sebebi hakiki müsebbip olan Allah teâlânın buyruklarını yazmak için vazifelendirilmişti. Makbul kitaplarımızda mâna dolu şu sözü okuyunca kaleme hürmetim daha da artmıştı: “Kün emrine ilk ram olan kalem idi.” Yani, Allah’ın “Ol” emrine ilk teslim olan kalemdi.
Dünyaya Âdemoğullarının hikâyesini yazmak için gelmişti kalem. Kardeşini öldürerek imtihanı kaybeden Kabil’i, Levh-i Mahfuz’a yazan kalemdi. Bu imtihanda Rabbine uçan Habil’in yazgısını, sonra bütün kavimlerin ve onlara gönderilen peygamberlerin hikâyesini, yeryüzünde deveran eden, olup biten her şeyi yazmış ve yazmaya devam edecekti kalem. İbret olsun diye güzel ve mukaddes olanın yanında çirkin ve kötü olanı da yazmış ve yazmayı sürdürecekti.