Medeniyet kavramının Batılı zihniyet şeması içinde kullanıldığını ileri süren İsmet Özel, “Üç Mesele (Teknik, Medeniyet, Yabancılaşma)” ve “Kalın Türk” eserlerinde “İslam'da medeniyet yoktur, İslâm bir medeniyet arayışında değildir…” diyor ve “Müslüman Toplum” kavramını kullanıyor. İstiklâl Marşı'ndaki “medeniyet denilen tek dişi kalmış canavara” karşı “Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var” fikrinden ilham alarak medeniyet kavramına kaşı çıkarak, Müslümanlığıyla temayüz etmiş toplum kavramını esas alır.
Medeniyet kavramının kökünü reddetmez: “Medine, şehir anlamına gelmekte, medenî, medineli, şehirli anlamını vermektedir. Bugün bizim Medine-i Münevvere olarak bildiğimiz şehrin asıl adı Yesrib'tir. Medeniyet kelimesine gerek günümüzde gerekse geçirdiği evrim boyunca pek az kimse tarafından etimolojik köküne bağlı olarak bir anlam verilmiştir. Şehirle medeniyet (umran) arasındaki bağlantıyı (…) İbn Haldun'da da görmek mümkündür. Fakat medeniyet kelimesi Avrupa'da doğduğundan bu yana çoğu zaman etimolojisinden kopuk bir anlamı yüklenmiştir” (Üç Mesele,119).
Bu minval üzere medeniyetin Medine’den doğduğunu kabul eder, fakat Müslümanlara bir medeniyet tasavvuru veya mukabili olan bir sistem teklif etmez. Medeniyeti Batı’ya karşı alınan bir tavır, bir tepki olarak değerlendirir. Müslümanların ihtiyacı olan medeniyet fikrine açıklık getirmeyişi onun son derece muhkem olan İslâm devlet ve toplum fikirlerinin bir ayağını noksan bırakıyor. “Üç Mesele” kitabında, Batılı saydığı medeniyet kavramına karşı çıkar:
“Kavramamız gereken nokta, Batı’nın inancı, felsefesi, bilimi ve tekniği ile bir bütün olduğu ve reddedilecekse tümden, kabul edilecekse yine tümden kabul edilmesi gerekeceğidir. İslâm değerlerinin çağımızın bilim ve teknik kafasıyla birleşip beraber yaşayacağını ummak bir avuntudan ibarettir. Bir kez İslâm’ı medeniyet sorunu içinde kavradık mı artık onu zaman içinde değerlendirmek düşüncesine kendimizi hapsetmiş oluruz. Müslümanların bir bölümü medeniyete muhafazakâr bir tepki göstererek Batı’ya karşı direndiler… Batı’nın sunduğu medeniyet anlayışının karşısına… İslâm medeniyeti anlayışını çıkarma düşüncesini doğurdu.”
“ÜÇ MESELE” DE TÂRİF VAR, TEKLİF YOK
İsmet Özel, medeniyet kavramının Avrupa’da doğduğunu ve “etimolojisinden” kopuk bir mâna kazandığı ileri sürerek (iddiası doğru)” İslâm medeniyet tasavvuru üzerine bir teklif getirmez. Elbette medeniyet kavramı “etimolojik” olarak İslâm’la bağlantısından kopuk ele alınamaz. İtiraz ettiği husus, medeniyet kavramının Türkçe’de 1835’ten sonra Sadık Rifat Paşa tarafından “civilization” kavramına karşılık olarak kullanılmaya başlanmasıdır. Âmenna. Fakat medeniyet tasavvuru ve arayışları bugün böyle değildir. Bugünün Müslüman mütefekkirleri “medeniyet” kavramına “civilization” anlamını yüklemediği muhakkaktır. Bu çerçevede Batı’ nın maddeci ve seküler eksenli medeniyet anlayışı biçimleri Müslüman toplumların Medeniyet inşa ve tasavvurları birbirinden tefrik edildiği ve bu yönde ciddî fikirlerin olduğu bir gerçek.
Medeniyet, İslâm’ın kültür sanat, nizam ve şehir anlayışının yanında iktisadî ve sosyal pratiğidir. Daha açık söyleyişle Medeniyet Müslüman toplumun yeryüzünde “halifetü’l arz” vasfına uygun toplum ve devlet sistemini kurup, ihtiyaca göre sürekli yenilemesi ve imar etmesidir.
Özel’in itiraz ettiği “İslâm’ı bir medeniyet sorunu içinde kavramak” ifadesi Batı’ya karşı Tanzimat ve Cumhuriyet aydınlarının Batı’ya karşı savunmacı bir tavrıdır. Halbuki İslâm, Medine’den itibaren aynı isim altında mefhumlaştırdığı medeniyeti, sistemiyle, sanat ve düşüncesiyle, inancını daha da yüceleştirmek ve kemâlata erdirmek vazifesini gösterir. Bu, insana verilmiş bir kabiliyet imtihanıdır. Bu safahatı, “İslâm’ın ilk asrına dönmek…” gibi kolayından reddetmek ikna edici görünmüyor.
Özel’ e göre Peygamber Efendimiz’in dönemi ne Reşit halifeler dönemi ve Osmanlının ilk yüzyılları medenî değildir. Ne zaman ki, İslâmî düşüncenin dışına eğilimler oluştu, gösterişli yapılar, toplumda rahata düşkünlük, zerafet ve şatafat artmıştır işte o zaman medeniyet vardır ve buna örnek olarak da Emevi, Abbasi ve Osmanlının son devirleridir.
Son derece doğru olan bu görüşlerin bugünkü dünyada yaşayan Müslüman toplumlara teklif edilecek bir çözüm yanının olduğunu söyleyemeyiz. Fazla teorik ve anakronik... Târif var, teklif yok.
Hülâsa, “İslâm Medeniyet arayışında değildir, medeniyet Batı’da var olan bir yapıdır” demek ilk bakışta haklı gibi görünse de gerçekçi değildir. Medeniyet kavramını İslâm’ın hâkim asırlarında kullanılmadığı ve Tanzimat Dönemi’nde Batı’ya karşı savunma ve kendini ispat etme düşüncesiyle kullanıldığı doğrudur. Fakat bugün din, toplum ve devlet birlikteliğimizi İslâmca anlamaya başladığımızda bu değerleri inşa ve ihya etme hamlesi bir medeniyet şuuru olarak yer ediyor. Bundan kaçınmanın, yâni Kur’an ve Sünnet ekseninde İslâm medeniyetinin var olabileceğini düşünmek abes olmasa gerek.
“İSLÂM” VE “MEDENİYET” KELİMELERİNİN BİRLİKTE KULLANILMASINDA MAHSUR YOK
İslâm medeniyeti ifadesini kullanırken, Tanzimat ve Cumhuriyet aydınlarının Batıya karşı duydukları eziklik duygusunun oluşturduğu seküler ve taklitçi medeniyet anlayışını savunmak mânası çıkar mı? Bunlar birer evham…
Özel, “Teknoloji bir azgınlık, medeniyet çürüme ve yabancılaşma düşüncesi bir gururdan ibarettir“ diyerek, İslâm’ın bir medeniyet olarak telakki edilmesinin “Batılı gibi düşünmenin sonucunda” oluştuğunu ileri sürer ve medeniyeti beşerî zihniyetin oluşturduğu “kuvvet” olarak telakki eder. “Kuvvete karşı ahlâk”ı, yâni İslâm’ı koyar.
“Kuvvet” in her bakımdan Batılı anlamda “medeniyet” le eşleştirilmesi toptancı bir bakıştır. Tanzimat ve Cumhuriyetin Garbçı aydınlarının medeniyete yüklediği “kuvvet”, bugün ölçülerini sağlamlaştırmış Müslüman için medeniyet kavramını İslâm’la kullanmasına mâni olmasa gerek. Medeniyet ve İslâm kelimesinin bir arada kullanmayı reddetmek sanıldığı gibi Müslümanın zihin kirliliğine bir faydası olamaz. Aksine, kendi olma şuuru ve yücelme gücü verir.
“Teknolojinin bir azgınlık ve çürüme” getireceğinde elbette endişe ediyoruz. Fakat bu ifadenin devamında “teknolojik üstünlüğü ve çılgınlığı”, İslâm’dan sâdır olan toplum, düzen, düşünce, sanat, mimari ve eşyanın tekâmülünün yekûn adı olan “medeniyet” kelimesiyle telif etmek pek de gerçekçi görünmüyor.
Özel’e göre, “Medeniyet insanların madde karşısındaki zaaflarının ve maddî gelişmeye mahkûm olmalarının müşahhaslaşmış hâlidir. Toplum yapısını ve insan kişiliğini karşılıklı olarak bozar, kokuşturur. İslâmî mücadelenin bir İslâm medeniyetine varacağını istemek abestir.”
Bu sözlerini, etrafımızı kuşatan ve kontrol edilemeyen Batılılaşmaya haklı bir isyan veya tedbir olarak anlamaya çalışıyoruz, fakat bir mefhum olarak maddî ve mânevî bakımdan Medine’den doğan “medeniyet” kelimesine itirazını, karşılığını göstermediği için gerçekçi bulmadığımızı da söylemek durumundayız.
“İSLÂM MEDENİYETİ” Mİ “İSLÂM TOPLUMU” MU?
Onun, “İslâm toplumu” endişesine tereddütsüz katılıyoruz. Elbette medeniyet kavramına karşı çıkarken bütünüyle haksız değildir. Batı taklitçiliğinin Müslüman toplumları tesir altına alıp idrakini ve hayat tarzını değiştirdiğini düşünerek “İslâm medeniyet arayışında değildir” sözünü de anlıyoruz. Fakat “Medenîleşmek yetim hakkını gaspa yönelmek demektir” sözleri, Müslüman toplumun tekâmülü ve dünyayı ıslah bakımından açıklanmaya muhtaç görünüyor. Tesbitin yanında teklif de olmalı.
İslâmî bir kaygı ile söylediğine inandığımız ve hülâsa ettiğimiz şu düşüncelerini tekzip etmemiz mümkün değil: Teknoloji Batılıların insan aklına tapmasının bir tezahürüdür. Bilim ve tekniğin yaygınlaştığı ve Batı nezdinde en üst seviyesine ulaştığı şehirlerde tanrı kentin dışına itilir. Çünkü teknik, Batılı anlayışta tanrıtanımaz bir yaşayış çizgisinde insan egosunun tatmin aracı olarak kullanılmaktadır. Sömürgeci Batının, kapitalist sistemi globalleştirmek için elindeki en büyük kozlardandır, teknik. Teknik, medeniyet ve yabancılaşma kavramını bundan dolayı bir arada kullanılır. İslâm değerlerinin çağımızın bilim ve teknik kafasıyla birleşip beraber yaşayacağını ummak bir avuntudan ibarettir. Çünkü günümüze hâkim olan bilim ve teknik, batıda belli bir dönemde belirlenmiş bir kafa yapısının uzantısıdır; belli bir toplumsal yapının sinesinde gelişmiş, vasıfları İslâm’a taban tabana zıt bir sınıf eliyle gücünü dünya ölçüsünde yaymıştır. Müslümanlar hem o müesseseleri reddedip hem de o müesseselerin ürünü olan teknik ve bilimsel yapıyı nasıl kendi hayatlarına adapte edeceklerdir? Açıkça ve şuurla kavramamız gereken nokta, batının inancı, felsefesi, bilimi ve tekniğiyle bir bütün olduğu ve reddedilecekse tümden, kabul edilecekse yine tümden kabul edilmesi gerekeceğidir.” (Üç Mesele, s.141)
Âmenna! Fakat Batı kaynaklı teknolojisinin girmediği nokta kalmayan bir çağda ve Müslümanların teknolojiye karşı dirençli olma imkânlarının sağlanabileceği göz önüne alındığında sırf teknoloji karşıtlığından dolayı İslâm’ın medeniyet arayışı yoktur demek ve İslâm’la medeniyet kelimelerini bir arada kullanmaya karşı olmak pek de gerçekçi görünmüyor.
Prof. Dr. Erol Güngör, “Kültür Değişmesi ve Milliyetçilik” kitabında “Batı medeniyetinin bozucu etkilerine karşı nasıl bir sansür uygulamak gerektiğini düşünmek yerine, sağlam bir millî kültür tesis edilmesi gerektiğini” söyler. Modernleşirken sadece bilim ve teknik almanın mümkün olduğu şeklindeki iddiayı sosyolojik açıdan yanlış bulur. Çünkü ona göre, sanayileşen cemiyetlerin birbirine benzemeleri kaçınılmazdır ve teknolojik değişme bâzı mânevî unsurlarda da değişiklik yaratmaktadır. Örneğin, modern üretim, insan ilişkilerinde aile ve bölge bağları yerine, verimlilik esasını ve rasyonel hesapları getirmektedir. Buna rağmen teknoloji bir değer yaratan değildir, değeri yaratan insandır. Dolayısıyla kaçınılmaz olan teknolojiye karşı dirençli kalmak için dinimizin öngördüğü ahlâk, kültür, örf ve âdetleri kuvvetlendik lâzım. Yapılması gereken, teknolojinin bu etkilerine direnecek bağımsız bir kültürün hayatta kalmasını sağlamaktır.
Güngör’den ilham alarak biz de diyoruz ki. Müslüman toplumun teknolojiye taraftar olmak eğilimi yoktur, fakat kendi kimliğiyle dayanma ve dirençli olmak gücü vardır. Dolayısıyla “İslâm’ın medeniyet arayışı yoktur” demek yerine, İslâm’ın Batı menşeli teknolojiye rağmen bir medeniyet düşüncesi vardır, diyebilmeliyiz.
TOPLUM VE DEVLETİN MÜSLÜMANCA İHYASI MEDENÎLEŞMEDİR
Bugün İslâm medeniyetinin ihyası ve tasavvuru gibi arayışların ve ortaya atılan ciddî fikirlerin varlığını “İslâm medeniyet arayışında değildir” diyerek küçümsemenin de Müslümanlara zarar vereceği muhakkaktır.
Batı’nın bilim ve tekniği Müslüman idrakimizi değiştirdiği veya ne kadar zarar verdiği tafsilatlı bir mevzu… Ama önce içinde yaşadığımız Batı’nın yaydığı bilim ve teknik hâkimiyetinden nasıl kurtulacağımıza dair düşünceler ve teklifler göstermek gerekmez mi? Böyle tezlerle beraber İslâm medeniyetinin ne ve nasıl olacağı hakkında daha gerçekçi fikirler ortaya çıkar kanaatindeyiz.
Şu ifadelerinde de gerekçesini gösteremeyen bir bakış var:
“İslâm bir medeniyet arayışında değildir. Sadece Allah'ın hâkimiyetinin tanındığı bir düzen arayışının içerisinde olunmalıdır. Müslümanlar günü kurtarma endişesini bir tarafa bırakıp içinde kalınan tüm kültürlerden sıyrılıp Kur’an'a dönülmelidir. İslâm devletinin söz konusu edilebilmesi için 'teknoloji üstünlüğü' gerekli değildir. Bunun yerine Müslümanların tek tek kalitelerini geliştirmeleri gereklidir. İslâm devleti sonunda kendine uygun maddî kuvveti de üretme fırsatını yakalamış olacaktır." (a.g.e., s. 76)
Sırat-ı müstakim üzere olan, Kur’an ve sünnetle kayıtlı Müslüman için 21. asırda “Düzen arayışı” aynı zamanda kadîm değerlerini içine alan medeniyetin yeniden ihyası anlamına gelmez mi?
“DİN, DÜNYA VE MEDİNE” MEDENİYETİN VAROLUŞUDUR.
Medeniyet bahsi olduğunda Lütfi Bergen’nin tesbitlerini dikkate almak lâzım. “Azgelişmişlik Üstünlüktür” kitabında “Din, Dünya ve Medine” kavramlarından ötürü İslâm’dan bir medeniyet sâdır olduğunu” ve “Medeniyetin sadece Hz. Peygamberimiz s.a.v’ın Medine’ye hicreti ile şehre verdiği isimle ilgili olmadığını” söylüyor:
“Din kendisini Medine’de var etmiştir. Tarih boyunca Müslümanların topluca namaz kılmayı başardıkları, dinin ahkâm kısmına muhatap edildikleri beldelere Medine / medeniyet denilmiştir. Medeniyetimizin bu temel vasfı Kur’an tarafından belirlenmiştir. Kur’an her şehre ‘medîne’ demiyor. Resûller gönderilmeden önceki şehirlere karye (köy) demektedir. Medine, ‘din’den gelmektedir. Din ise hüküm anlamındadır… din kelimesi, bildiğimiz ‘inanç- teoloji’ anlamında ele alınmamaktadır. Bir fıkıhtan bahsedilmektedir. Vakıf, mahalle, tımar, bedesten teşkilatlarını inşa eden bir hukuk yapısından. Bu fıkıh nazarından bakıldığında Batı toplumlarının ‘medîne’ kurmadıkları apaçık ortadadır.”
Lütfi Bergen, Batı’nın teknik üstünlüğünü gelişme saymıyor ve Batı’nın teknolojik üstünlüğüne karşı “az gelişmişlik üstünlüktür” diyor, fakat İsmet Özel gibi “İslâm medeniyet arayışında değildir” demiyor. İslâm medeniyetinin Batı’nın fen ve teknolojisiyle târif edilemeyeceğini ileri sürüyor:
“Kur’an’da medîneti kavramının ele alınış biçimi nedeniyle medine / medeniyet algısının Hz. Peygamber ile doğmadığı, ed- din olan İslâm’ın ve nebevî geleneğin bir yansıması olduğu söylenebilecektir. Medeniyet, ed-din olan İslâm’ın Âdem (as)’den beri gelen ‘şehir’ telakkisidir. Hz. Peygamberimizin kurduğu medeniyet Mekke toplumunun ürettiği teknik- bilginin dengi olmamıştı. Hz. Peygamberimizin tefekküründe uygarlıktan kaçışla ihya edilmiş bir pazar, vakıf, hukuk, ilim, ahlâk, sülûk (meslek) toplumunun Mescid-i Nebevi etrafında varoluşuna bağlanmıştı. Medeniyet eşya, zenginlik, düşmanın silahı ile silahlanmak değil; Müslüman toplumun ubudiyet, ahlâk ve uhuvvet esasında yaşamak için İslâm ahkâmını şehir yapılarında kurumsallaştırmasıydı.” (Az Gelişmişlik Üstünlüktür)
İki cümleyle açıklayalım: İslâm ahkâmının şehirlerde kurumlaşması statik ve donuk değildir. Tekâmül ve olgunlaşma daimidir. Bergen, medeniyet bahsinde Farabi’ye müracaat eder:
“Farabi, tıpkı Kur’an’da yapılan tasnife benzer şekilde tekniğe göre değil, toplumsal yapıya uygun bir anlamlandırma yapar. Fadıl Medeniyet ile Câhil Medine’yi ayırır… ‘Fadıl’ ya da ‘Mutlak’ siyasetin tek, câhil siyasetin çok olduğunu söyleyerek önemli bir tefrik getirmiştir… Farabi için ‘Mesken’ nasıl olursa olsun, neden yapılırsa yapılsın ve nerede olursa olsun, önemi yoktur. Yerin altında ya da üstünde, ahşaptan, çamurdan, yünden kıldan ve diğer maddelerden yapılmış olabilir. Mühim olan meskenin yapıldığı maddenin cinsi değil, onun içindeki insandır.” (a.g.e., s.47)
Netice-i kelâm; Medeniyet anlayışımız üstüne tâlim denemesi burada bitmiyor elbet. En ihatalı târif ve tesbitlere ulaşıncaya kadar hep arayacağız…