Her şeyini kitaba yatıran, yarın ölecekmiş gibi vaktinin bir dakikasını dahi kitaptan ayrı yaşamaktan hicap eden, kitapları su gibi içen, hava gibi soluyan, kitaplara su, hava ve ekmekten daha fazla ihtiyaç duyan, nikahlı eşi gibi yanında hiç ayırmayan, bu uğurda otuz sekiz yaşında gözlerini tamamen kaybeden âmâ üstadım Cemil Meriç’in tefekkür mücadelesinin neresinden geçer, zihinleri “görsel teknoloji”yle çürümüş şimdiki zaman insanları.
On bir yaşında başlayıp bir ömür boyu devam eden okuma aşkından dolayı gönlünden beyninin bütün kıvrımlarına kadar kitapla meczolmuş hayatını kaç kişi biliyor? Gözleri görmez olunca her gün saat saat başkasına okuttuğu kitapları, gören gözlerle okuyan birinden daha kavî bir aşkla dinlemiş ve yazdırdığı notlarını kitaplaştırmış bir kahramandı o.
“Hünerinin yasasından”, yâni kitapları fetheden fütûhatından zerre taviz vermedi. Kitap ve düşüncelerin burçlarında gözüpek bir savaşçı gibi mücadelesinden geri kalmadı. Gözlerini kaybettiği için bir ara inançlarını kaybetme noktasına gelmişti. Görememenin kuru üzüntüsü değildi bu; okuyamamanın, kitaplara sarılamamanın isyanı idi. Buna rağmen kitaplarla ünsiyetini, kitapların derûnuna inmekteki marifet mertebesini aşkla korumuş ve kitaplar ikliminde ömrünü tamamlamayı azimle sürdürmüştür.
ÂMÂ ÜSTADIM CEMİL MERİÇ İÇİN “KİTAP BİR LİMANDI”
Varoluşunun mânası ve hayâtının tek gayesi kitaplardı. Kitaplar bütün “yalanların peçesini sıyırmak” için güçlü bir el ve düşüncelerin kapısını açmak için birer anahtardı onun için. “Harâmî mağaralarının değil, hükümdar hazinelerinin kapılarını açan” anahtardı...
Kılavuzu ve dert ortağıydı kitaplar. Hiçbir zaman çıkmadı kütüphanesinden. Kütüphanesinde bir Donkişot’tu o. “Kaderini kitapların tayin ettiğini” söylüyordu. “Kitap bir limandı benim için. Kitaplarla yaşadım. Ve kitaptaki insanları sokaktakilerden daha çok sevdim. Hayat yolculuğumun sınır taşları kitaplardı” diyordu. Yâni dost kitaplar.
Şeyhülkitap âmâ üstadım Cemil Meriç daha çocukken nikah kıymıştı kitaplarla. “Ben putperest değilim, kitaba tapmıyorum; içindeki ses, içindeki ışık, içindeki sevgi, içindeki ruh, içindeki çile, içindeki gözyaşı, içindeki tecrübe, içindeki Tanrı çekiyor beni” diyerek bir mabede girer gibi girerdi kütüphanesine.
KİTAP ÖMÜR DEFTERİNE YAZILMIŞTI
Her insan dünyaya, nasibine düşen ve fıtratına yazılan bir vazifeyi icra için gelirdi. Kitapların Mevlânâ’sıydı o. Bütün kitaplara “Kim olursan ol, gel; yeter ki düşüncelerime, vicdanıma, inançlarıma ışık olabilecek bilgilerini ver bana” demek için gelmişti dünyaya.
Kitap, ömür defterine yazılmıştı onun. Amel defteri kitapla açılmıştı. Her kitabın derûnuna inmek onun amel hânesine kaydedilen bir sevap gibiydi. Dünya hayatında ona verilmiş bir vazifeydi kitapların “yüzünü açmak.”
Hayatında hiçbir ideolojik cemiyetle aynîleşmedi, “izm”lere bağlanmadı. “Kimi başında taçla doğar, kimi elinde kılıçla. Ben kalemle doğmuşum. İnsanlar kıyıcıydılar, kitaplara kaçtım. Kelimelerle mûnisleştirmek istedim düşman bir dünyayı” diyerek, idraklere zulmeden kıyıcılardan uzak durdu hayatı boyunca. Kütüphanesinde tamamladı ömrünü.
“HER TOPLUM BİR KİTABA DAYANIR: SENİN KİTABIN HANGİSİ?”
Â’râf’ta duranların, agnostiklerin ve materyalistlerin uykularını kaçıracak bir sualle başlıyordu “Kitap” yazısına. İdrakleri kül edecek bir sualdi bu: “Her toplum bir kitaba dayanır: Ramayana, Neşideler Neşidesi veya Kur’ân. Senin kitabın hangisi?”
Gençliğinde kitap bir tiryakilik, bir kaçıştı. Kitaba kitap olduğu için perestiş ediyordu. Yabancı bir edibin, “Batı’nın aydınları için kitap bir afyondu” sözü, l950’li yıllara kadar onun kitaplara olan müptelâlılığını anlatıyordu. “Yabancı
bir dünyada ilk kanat çırpınışları” olan tercüme faaliyetlerinin ardından Avrupa’nın pozitivist filozoflarının ve Batılılaşan Türkiye’nin müstağrib aydınlarının kitaplarına doymak bilmez bir tecessüsle sarıldı. Maddeciliği ve boşluğu gördü bu kitaplarda. Avrupa medeniyetinde insanın, yâni eşref-i mahlûkatın olmadığını öğrendi.
“HER KİTAP TILSIMLI BİR SARAYDI”
“Her kitap, tılsımlı bir saraydı” onu için. O, bu sarayda, yâni kitapların vaaz ettiği bir mabette yaşıyordu. Bu mabet “fildişi kulesiydi”, yâni kütüphanesi. “Kütüphane bütün çağların, bütün ülkelerin ölümsüzleri ile dolu”ydu.
Ona göre, “Bu ulular bezmine kabul edilmenin tek şartı: Liyakat. Mabede bayağılar giremez. Uluların hepsi fildişi kulede yaşadı. Fildişi kule, tufandan kurtulmak isteyenler için bir gemiydi.”
“Denize atılan bir şişe her kitap. Asırlar, kumsalda oynayan birer çocuk. İçine gönlünü boşalttığın şişeyi belki açarlar, belki açmazlar” diyordu. Fakat içinde yaşadığımız asrın karanlığını yırtıp geçecek, cemiyeti yeniden diriltecek kitapların varlığından da umutluydu. Mâziyi ve âtiyi birbirine bağlayan köprünün kitaplar olduğuna inanıyor ve kendini “Türk irfanına adayan” bir fikir işçisi olarak görüyordu.
“KAHRINI ÇEKECEKSİN KİTABIN, HİZMETİNDE BULUNACAKSIN”
Kitabın bir şahsiyetinin olduğunu söylüyordu: “Kalbi var kitapların, onları bir kerhane sermayesi gibi haşin parmaklarınla mıncıkladın mı senin oldular sanıyorsun. Gaflet. Kahrını çekeceksin kitabın, hizmetinde bulunacaksın. Senelerce, senelerce hiçbir şey beklemeden diz çöküp emirlerini dinleyeceksin.”
Âhirete göçmeden önce kitapsever câmiasına söyledikleri ne kadar hüzünlüydü öyle?: “...Ben bu kitapları bütün dünya nimetlerinden, çok defa vazgeçilemeyenden, vazgeçilemeyecekten feragat ederek bir araya getirdim. Size bir dünya, dost bir dünya hazırladım, hazırlıyorum. Fırtınaya tutuldukça sığınacağınız tek liman bu. (...) Bu kitaplar benim sevgililerim.”
“KİTAP, KÂİNATA AÇILAN BİR KAPI”
Onun nezdinde kitap, hakikate ulaşmanın bir vasıtasıydı. Mağarasında, yani fildişi kulesinde kitapların ışığıyla yaşıyordu: “Kitap, kâinata açılan kapı. Ruh, yazının icadından sonra ölümsüzleşti. Ehramlar ahmak taş yığını. Granit homurdanır, mermer gülümser. Yalnız kitap konuşur. İnsanı kertenkele olmaktan kurtaran, soyumuzun hafızası. Kaybolmayan mazi. Kitap binlerce yılın
ötesinden gelen binlerce yıl öteye taşan ses. Kitap, bütün peygamberlerin mucizesi. Eflatun’u barbarlardan ayıran okumuş olması. Hepimiz maddenin mağarasına zincirliyiz. Kitap, mağaramıza akseden ışık.”
Kitabın hiçbir şey söylemediğini iddia edenlere cevabı, kitapseverleri sevindirecek bir savunmadır: “Kitap her sualimizi karşılayamaz, doğru. Ama, hangi sohbetten doyarak çıkarız? Bu kanma bilmeyen susuzluk insanın alınyazısı değil mi? (…) Kitap denen uçsuz bucaksız okyanusta daima yeni keşifler yapmak kabil. Hangimizin irfanı o sonsuz ‘belki’yle boy ölçüşebilir. (…) Kitaptan değil, kitapsızlıktan korkmalıyız.”
Baş düşmanı kitabı küçük gören ve ayaklar altında zelil düşürenlerdi. Bütün çağların kitap düşmanlarını şöyle târif ediyordu: “Domuzlar kutsal kitaplarla beslenmezler.” Kitabı, gelip geçici bir menfaat vasıtası olarak görenleri ve kitaba samimi bir dost muamelesi yapmayanları kahreden cümleleriyle te’dip ederdi: “Kitap, ürperti duyanın, gaşyolanın. Doğru, belki senin de parmakların bir sevgili tenini okşar gibi dolaşıyor sayfalarında, ama o kadar. Teninle bağlısın kitaba. Uğrunda kaç gün aç kaldın? Hırsızlık yaptın mı? Hangi zillete katlandın? Sana yetiyor mu kitap? Bütün canlı hayaletlerden uzak onunla bir mağarada yaşayabilir misin?”
Âlâmet-i fârikası, her kitaba elini uzatıp onda dostluk arayan Cemil Meriç, kitaba düşkünlüğü hafif görenlere en yahşi kelimelerden yaptığı oklarını fırlatır: “Kitap sevene, kitap delisi diyoruz. Kimseye at delisi dediğimiz yok. Kitap yüzünden sefalete düşen görülmemiş. At uğrunda iflas eden edene. (...) Umumî kütüphaneler resmî ziyafetler kadar pahalıya mal olsa idi hükümetimizin daha çok iltifatına mazhar olurdu şüphesiz. Kitaplar bileziklerin onda biri kadar etse beyefendilerimizle hanımefendilerimiz arada bir okumak hevesine kapılırdı belki.”
“KARANLIKLARI DEVİRME” VE IŞIĞIN KAYNAĞINA ULAŞMA VASITASIYDI KİTAP
A’râf’tayım” diyordu. Fakat kalben ve fikren a’râf’tan çıkmaya azmediyordu. 1960’lardan itibaren kitaplar zihnî hayâtın bizzat kendisi değil, zihnî ve fikrî tekamülün uyandırıcısı ve hakikatlerin yolunu açıcı birer rehberdi. Bundan böyle kitap, hakikatleri okumanın menbaı idi. Bir zihin jimnastiği ve marazî okuma faaliyetleri değildi. “Karanlıkları devirme” ve ışığın kaynağına ulaşma vasıtasıydı.
“Konya yolculuğundan” sonra kitap, eski Yunan filozoflarının can sıkıntısından kurtulmak için iltica ettikleri “tefekkür için tefekkür” ve “Tanrı’sız Batı”nın insana sunduğu “sanat için sanat gibi bir yalan” vasıtası değildi. “Bir nesil
uğruna, bir millet uğruna, bir medeniyet uğruna savaşmak, mukaddeslerin emrinde olmak” için okunan ve yazılan bir vasıtaydı.
“Bir Dünyanın Eşiğinde” kitabıyla Hind’e yöneldi. Neşideler Neşidesi ve Vedaları okudu. Doğu’nun kitaplarında ışığı gördü. Geç kaldığını anlayan vicdanı ve selîm aklı onu Şark-İslâm’a kanatlandırdı. “Işık Doğu’dan Gelir” kitabıyla İslâm’ın “Defter-i Âmali” önünde diz çöktü. Işığın Doğu’dan geldiğinin tescili olan kitapları okudu ve şerh etti.
“İDRÂKİMİZDEKİ ZİNCİRLERİ KIRAN” KİTAPLAR YAZDI
1970’li yıllarda, “Bir çağın vicdanı olmak”, “İdrâkimize vurulan zincirleri kırmak” ve “Türk insanını Türk insanından ayıran bütün duvarları yıkmak” için yüz elli yıllık bozgun ve inkırazımızı anlatan kitapların müellifi oldu. “Bu Ülke” de yanlış istikâmette süren fikir hayatındaki ıstıraplarını ve vicdanının muhasebesini veciz cümlelerle yazdı. “Umrandan Uygarlığa” kitabında Batı’ının ve bu ülkenin edebî düşüncesini sıkı bir tenkide tâbi tutarak, Batılılaşmanın edebiyatımıza vurduğu darbeleri ifşa etti.
“Mağaradakiler” kitabında, bir müddet kendisinin de içinde bulunduğu maddeci ve pozitivist düşüncenin entellektüelleri olan “mağaradakiler”in karanlığını, yani Batılı ideolojilerdeki tehlikeyi gösterdi ve “aydınlanmacıların” maskelerini bir bir düşürdü. Avrupa’nın pozitivist aklını, yani düşünce ve felsefesini bir zâlimin zulmünü ifşa eder gibi anlattı. “Göz kamaştıran Batı medeniyetinin aslında bir fuhşiyattan ve sömürgecilikten” ibaret olduğunu yazdı.
“Avrupa kültürün vatanı, Asya irfanın” diyordu “Kültürden İrfana” adlı kitabında. Fikir mâbedinin Osmanlı olduğunu ilân ediyor, Avrupa’nın maddeci kültüründen Osmanlı’nın irfanına dönüyordu.
BİR MÜRŞİDDİ KİTAPLAR
Artık, “Bir devrin şuuru olmak”, “Tarihe angaje olmak” ve “Bütün hakikatleri yoklamak” için bir mürşiddi kitaplar. “Muhteşem bir mâziyi, daha muhteşem bir istikbâle bağlayacak köprü olmak” için “Tarihine vecidle eğildiği” Osmanlı’ya dönüyordu; yâni muazzez medeniyeti kuran millete.
Âhirette kendisini kitaplardan da sual edeceklerini bildi ki, âhir ömründe mukaddeslerin emrinde olan kitap ve fikirlerin yazıcısı oldu. Allah bilir ki, bunun ecrini görüp, kitabı sağ tarafından açılan kullardan olmuştur. Kendine ait bir cümleyi değiştirerek ifade ederim ki, “Kitapların serdarı”ydı o.