Tasavvuf ehlinin, “Hüzün hâli Müslümanın huyu ve hâlet-i ruhiyesidir.
Soytarı ile derviş ayıran şey hüzündür” sözünü yabana atan ve “hastalık” deyip hüzne müptelâlığımı horlayanlara büyük hüzün yârânlarından Fuzûlî’nin “Aşk derdiyle hoşem / El çek ilacımdan tabib” mısralarından ilham alarak, “ Hüzün ile hoşem / el çek hüznümden ey zâhir erbabı!” demek geliyor içimden.
Muradım hüzün olunca her kapıdan hüzün devşiriyor, hüzün soruyorum. Şimdi de Şeyh Gâlib üstadın kapısında fakiri karşılayan hüznü âcizâne anlatmak istiyorum.
Onun “Hüsn ü Aşk”ına göre “İlk yaratılmış olan akıl, Allah’ı, kendini ve kendinden sonra yaratılmışları bilmesinden Hüsn, aşk ve hüzün meydana gelir.
Ehli bilir ki, Aşk, Hüsn’ü bulmaya hüzünle birlikte gider. Hüsn’ü bulmak için hüzün, hasret, yalnızlık ve vuslat mevsimlerini yaşaması gerek.
Aşk, mumdan bir gemiye binerek ateş denizinden geçerek yola çıkar. Bu yolculukta akılla gönül rekabet hâlindedir.
Aşk, Hüsn’ü aklın değil, gayret ve gönlün gücüyle bulur. Gayret ve gönül, hüzünden yanadır, ikisi de gücünü hüzünden alır.
Her ne kadar hüzün ikliminden geçerken evham ve ümitsizlik duygusu yaşansa da, Hüsn’nün diyarına hüzün ikliminden geçerek varılır ki, hüzün aslında Aşk’ın imtihanının en zorlu fakat en vefalı iklimidir.
Bu sebeptendir ki, fakir hüzün mevsimindendir ve mevsimde neşv ü nema bulup kendine gelir.
“HÜZÜN Kİ EN ÇOK YAKIŞANDIR ÂŞIKLARA”
“Hüzün taze tutar aşk yarasını. Yaramdan hoşum, yârimden de. Hüzün ki en çok yakışandır âşıklara. Yandık, yakıldık; ama hüzünden yana asla yakınmadık. Ne de olsa mahzun bir peygamberin ümmeti değil miyiz? Hüzün ki, Mevlâ’mın, Mevlâna’mı özlem özlem içime dokuduğu kamıştır” diyen Şems-i Tebrizî’nin ellerinden öperim.
---------------------------------------
“EVET ÖLÜMDEN ÖNCEKİ HÂL”
Ey azizan!
Modernizmin ve kapitalizmin Müslümanları ve dahi cümle insanlığı ne hâle getirdiği ortadadır. Bu şenî virüsten korunmak, fikrinizi ve yüreğinizi kavî kılmak istiyorsanız şair Memduh Atalay’ın yüreğinizin üstünden geçen “Evet Ölümden Önceki Hâl” şiirini birkaç kez okuyunuz. Fakir okudum ve güçlendim modern hayat karşısında:
“Biz bir incir çekirdeği idik / Bir ağustos böceği / Sıvasız evler gibiydik / İlk günden beri / Ne dünyada duracaktık / Ne dolduracaktık evreni! / Ağaç gölgesinde konaklayıp / Dönecektik geri / Unuttuk beton yığınlar arasında / Geldiğimiz yeri /
Kahramanımız Ali / Kalemiz Hayber'ken / Derdimiz Hüseyin /Ay'ımız Muharrem'ken / Kurdun, kuşun, yetimin / Hakkına tohum ekerken / Kalbimiz ülkemizin dağı kadarken / Dilce susup her daim / Kalpten severken /Yaşarken korkulu / Yaşarken ürkek / Korkardık karınca yuvasından geçerken! / Evimiz ahşap / Mabedimiz mermerken / Her kalpte yerimiz vardı / Her cana kalbimiz / Güzeldik yaşatmak için / Güzel ölürken!
Bir çocuk, pir çocuk / Elleri düşten güzel! / Sana ölümü değil cenneti getirdi kurşun / Sana deniz değil Kevser'di dalgalar! / Süte su kattığımızı söyledi ölümün bize / Çocukları ninelere değil kreşe bıraktığımızı / Kerbela'ya değil Washinton’a döndüğümüzü / Muharrem'i değil milenyumu andığımızı / Ciple cepheyi yer değiştirdiğimizi / Canlı yayın ölüleri olduğumuzu / Bülbülü eti için avladığımızı / Namazın bizi mümin kılmadığını / Orucun bizi tutmadığını /
Bir tekasür bineğinde doludizgin / Önce kalbimiz katılaştı / Sonra sözlerimiz çoğaldı / Yağmurlar küstü bize / Turnalar dargın göğümüze! / Hem yaşamaklarımız / Hem ölümlerimiz / Leş ve karga meseli / Öpmeye temiz dudak yok o yumuk elleri! / Yaşadığımız ve var olduğumuza dair rivayetler / Bir sanrıdan ibaret!
Ne titreyen var ne kendine dönen / Kopacak tutunduğumuz dal / Vatan tuttuk dağı taşı / Kalbi rehin verdik das Kapital'e / Evet ölümden önceki hâl / Yazıklar olsun bize!”