Cumhuriyet, balo, opera, İslâmsız Halkevleri, hukukun olmadığı İstiklâl Mahkemeleri, fötr şapka, Türkçe ezan, pozitivist laiklikçilik demektir. İslâm’la varlığını bulup üç kıtada medeniyet dili olan Türkçe’den otuz binden fazla kelimenin tasfiyesi, milletin dinî yaşayış ve değerlerinin “irtica” olarak ilân edilmesi, Kur’ân-ı Kerîm’in yasaklanması ve Allahüekber’in “Tanrı uludur” olarak okunması demektir.
Ayşe, Fatma, Muhammed ve Bekir gibi Hz. Peygamber’in yolunda isimlerin “Osmanlı ve Arap” sayılarak yasaklanması ve yerine Umay, Gökbörü, Asena, Tankut, Tonguç, Bozkurt gibi isimlerin tepeden inme kabul ettirilmesidir.
1950’ye kadar Cumhuriyet, milletin hafızasında despot bir rejim, inkılâp zulümleri, baskı devleti ve CHP’nin Altı Ok’u olarak yer etmiştir. Böyle olduğunu şedit Cumhuriyetçi Recep Peker anlatıyor: “Esasta partimizin ana vasıfları olan Altı Ok açısından 1935 yılı bir dönüm noktasıdır.
Altı ilke onaylandıktan sonra (…) Cumhuriyet Devleti’nin vasıfları hâlini almıştır. Altı Ok’tan dördünü atan yay Batılılaşmadır. Bu Altı Ok’tan dördünün başarıyla atılması Cumhuriyet Batılılaşmasının bir vasfıdır.”
CUMHURUN DEĞİL, KEMALİST ZORBALARIN CUMHURİYETİ
Cumhuriyeti şekillendiren zorbalardan Mahmut Esat Bozkurt’un hâkimlere ve hukuk müesseselerine dedikleri mevcut anayasa ile hâlâ hükmünü yürütüyor: “Sizin birinci vazifeniz hukuk dağıtmak değil, siz rejimin koruyucularısınız.” Yani, milletin hukukunu değil, ilke ve inkılâplar üstüne kurulan Cumhuriyeti koruyunuz, diyor.
Zorba Cumhuriyetin cürümleri arasında neler yok ki. İslâm âlimleri hukuksuz mahkemelerin kararlarıyla idam edilir ve hapishanelere atılır. Arapça ezan okunması yasaklanır ve okuyanlar zulme uğrar. Allah’ı zikretmek, Kur’an-ı Kerîm ve dinî kitaplar okumak suç sayılır. “Fazladır” diyerek birçok câmiler kapatılır. Kur’an okutan hocalara dayak atılır ve şalvarları makasla kesilerek başındaki takkeler ayaklar altında tepelenir.
Şapka giymedikleri için yüzlerce Müslüman insan idam edilir. Erzurum’da “Şalcı Bacı” denilen masum yaşlı bir kadını, oğlunun jandarma tarafından götürülmesinin sebebini sorduğu için idam eden “İnkılâpçı Cumhuriyet” cumhurun Cumhuriyeti olabilir mi?
“Taassup örümceğinin ördüğü ağlar, milleti daima ahirete bağlardı. Türk cemiyeti şeriatın, mecellenin ve fetvanın taşlaşmış kalıpları içinde hapsolunurdu. Mesela kabinede dünya işlerini temsil eden sadrazamın yanında, ahiret işlerini temsil eden kellifelli bir şeyhülislam yer alırdı. (…) İnkılap hükümetlerinde başvekil, milletin yüksek menfaatleri namına olan iktidarı, hiçbir ahiret ve ukba mümessili ile paylaşmaz” diyen Cumhuriyet ideolojisi, Millî Mücadele’ye “Din ü devlet” ve “Vatanı-ı İslâmiyye” diyerek topyekün katılan Müslüman milletin Cumhuriyeti sayılabilir mi?
“Fazilet Cumhuriyeti” ve “Halkın Cumhuriyeti” denilen Cumhuriyet, sadece birkaç zulmünü saydığımız şenî özelliklere sahip dikta rejiminden başka bir şey değildir.
“CUMHURİYET TRENİNE MÜTEGALLİBE BİNDİ, HALK BİNMEDİ”
Kendi değerlerini oluşturmakta başarısız olan Cumhuriyet kimlik ve meşrûiyet krizi yaşamaktadır. Sosyolog Şerif Mardin, Cumhuriyet, kuruluşundan bu yana kişilik ve kimlik krizlerine çare bulmakta zorlandığını ve Cumhuriyet elitlerinin İslâm’ın fonksiyonlarını kolayca başka bir yapıya devredebileceklerini sandıklarını ama yanıldıklarını söyler.
Cumhuriyetin ceberrut yapısı, 27 Mayıs Darbesi’yle yeni “derin merkezler” ilâve edilerek güçlendirilmiş ve millete kem bakışı daha da artırılmıştır. Şerif Mardin’in ifadesiyle, “Cumhuriyet trenine mütegallibe bindi, bürokrat bindi, halk binemedi.”
“Hakk’a tapan milletin” temsilcilerine müracaat edilmeden ilân ettirilen Cumhuriyetin “Batılı bir Cumhuriyet” olduğunu, millî bir Cumhuriyet olmadığını “ağyarını mâni, efradını cami” bir şekilde târif eden, Cumhuriyet ve İnkılâp Tarihi’nin surlarında gedik açan D. Mehmet Doğan’dan dinleyelim:
“İslâm’la bağlarını koparmış, İslâm topluluklarıyla ilişkilerini kesmiş bir Türk devleti Batılılar için yönetilmesi, kontrol edilmesi kolay bir siyasî organizasyon olarak görünmüş olmalıdır. Bu devlet, kuruluşundan itibaren bütün imkânları ile Batı bağlısı, sonuna kadar onun menfaatlerinin aracı bir siyasî otorite olarak teşkilâtlandırıldı. Eğitim ve kültür kurumları sömürgeciliğin gölgesinde bir Batıcılığı ideoloji haline getirmeğe çalıştılar. Bu ideoloji, son tahlilde ‘pan’(bütün) ve “izm”(cılık) kelimeleriyle ifadelendirilirse ‘Panavrupaist’ bir devleti öngörüyor ve toplum fertlerini bu yöne sevk etmek istiyordu. Bu yüzden cumhuriyet hükümetleri Batı devletleriyle münasebetlerde fazlasıyla hassas-bağlı derecesinde hassas- bir tutum içinde bulunmuşlardır.(...) Cumhuriyet hükümetleri Panavrupaizm’i iç siyasette de bir baskı unsuru olarak kullandılar. Avrupa ile münasebetlerimize zarar verecek herhangi bir kıpırdanışı hemen yok etmek, gerici, çağdışı ilân etmekte yarıştılar” (“Batılılaşma İhaneti” kitabından).
“CUMHURİYETİN İLÂNI YURTTA SEVİNÇ VE COŞKU İLE KARŞILANDI” SÖZÜ YALANLARIN EN MÜPTEZELİDİR
“Cumhuriyetin ilânı yurtta sevinç ve coşku ile karşılandı” sözü totaliter Cumhuriyet şeflerinin hempası olan basının propagandasıdır ve yalanların en müptezelidir. D. Mehmet Doğan’ın yazdıklarından, cumhuriyetin ilânının milletin reyi ile değil, zorba muktedirlerin emrivâkisi ile yapıldığını en trajik yönüyle öğrenmek mümkün. Mevzuun hülâsası şöyle:
“Cumhuriyetin ilânı, konunun ele alınış ve yürütülüş tarzına bakılırsa, kabine bunalımının arkasına gizlenen bir oldubitti şeklinde gerçekleştirilmiştir. Konudan bazı milletvekilleri ile Millî Mücadele’nin önden gelen kumandanları dahi haberdar edilmemiştir. Başbakanlıktan ayrılan Rauf Bey Ankara’da değildir. Refet Paşa İstanbul’dadır. Ali Fuat Paşa siyasî hayattan ayrılmıştır. Hem mebus, hem de ordu kumandanı olan Kazım Karabekir Cumhuriyetin İlânı günlerinde Trabzon’dadır. Karabekir, Cumhuriyet’in ilânı ile ilgili şunları anlatmaktadır:
Ben hem mebus ve hem de bir ordu kumandanı olduğum halde, bana da kimse bir şey bildirmemişti. Bu vaziyet, haklı olarak halkı da orduyu da telaş ve endişeye düşürdü. Daha dün yüreklerine ferahlık verdiğim zatlar, benden bu şeklin mânasını soruyorlardı. Bu vaziyette tabiî cumhuriyetin ilânını ertesi günü dahi kutlayamadık. Ahmet İzzet Paşa da ‘Gece yarısından sonra top atışlarıyla ilân olunan Cumhuriyet’ten sadece ahalinin değil, uykusunu seven bir kısım
mebusların bile haberi olmamış, bu gürültüler Ankara halkında, olayın tam tersinin olduğu zannını uyandırmıştır”(Türkiye Cumhuriyeti Tarihine Giriş) kitabından.
TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ “TEDRİSAT VE MEDRESE” DOSYASIYLA ÇIKTI
Fikir Teknesi Yayınları’nın kurucusu Haki Demir’in sahipliğinde ve Yayın Müdürlüğünde çıkan Terkip ve İnşa Dergisi (Kasım 2016 / sayı: 20) “TEDRİSAT VE MEDRESE” dosyasıyla İslâm medeniyetinin önemli bir unsurunu gündeme getiriyor.
Eğitim ve terbiyenin mefluç ve yerli bir zemininden hayli uzaklaşmış olduğu günümüzde özlediğimiz ve âcilen ihtiyaç duyduğumuz bir eğitim sisteminin çerçevesini çiziyor Terkip ve İnşa Dergisi.
Bu önemli dosyanın mündericatı şöyle:
takdim / editör
fikirde iddia ve müphemlik meselesi / ibrahim sancak
işgalin karargâhı, üniversiteler / alihan haydar
her yaşta ve her yerde tedrisat / haki demir
medresedeki tedrisat / ahmet muhtar turan
medresesiz tedrisat / nurettin saraylı
islam medeniyetinde hüzün, sünnetlerin efendisidir /ahmet doğan ilbey
câmileri tedrisat mekânı haline getirmek / ünal yılmaz
şehzade kayıhan osmanoğlu ile mülakat / hulusi eryılmaz
osmanlıda medrese / şevki karabekiroğlu
içtimai tedrisat / a. bülent civan
kaos çağında tedrisat meselemiz / hulusi eryılmaz
içtimai tedrisatı yaygınlaştırmak / ramazan kartal
tedrisat müesseselerini çeşitlendirmek / osman gazneli
içtimai mekânları sohbet meclisi hâline getirmek / faruk adil
klasik dönem osmanlı tedrisatı ile türkiye’nin eğitim anlayışının farkı / melik arvasi
caminin müesseseleştirilmesi projesi / haki demir
dergimizin 3. yıl mevzu haritası