Şevkle okuyup bitirdiğim bir kitap var başucumda: “Kahire ve Paris Notları.” Cümle Yayınları’ndan çıkan akıcı mı akıcı, sürükleyici mi sürükleyici, dili ve üslûbu güzel bu kitap, Balıkesir Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı öğretim üyesi ve mümeyyiz vasfı şair olan Prof. Dr. Mehmet Narlı’nın yayınlanan son kitabıdır.
“Orhan Kemal’in Romanları Üzerine Bir İnceleme”, “Şiir ve Mekân” (İnceleme), “Roman Sevdaları” (inceleme), “Roman Ne Anlatır” (inceleme), “Cumhuriyet Dönemi Türk Şiiri” (inceleme), “Edebiyat ve Delilik” (inceleme), “Şiir Burcu-Cumhuriyetten Bugüne Türk Şiiri (inceleme)”, “Öykü Burcu /Kuramsal Yaklaşımlar / Çözümlemeler /Değiniler” (İnceleme), “Çağdaş Türk Romanı” (Anadolu Üniversitesi için hazırlanmış müşterek çalışma), “Tanzimat’tan Bugüne Yeni Türk Edebiyatı Şiir Çözümlemeleri” (müşterek) adlı kitaplar şairin akademik çalışmalarının ürünüdür. “Çiçekler Satılmasın”, “Ruhumun Evvel Yazıları”, “Dil Kapısı” ve “Ömürlük Yara” adlı şiir kitapları da okuyucu câmiasında alâka gören kitaplarıdır.
Mehmet Narlı akademik vazife için Kahire Ayn Şems Üniversitesi’ne Türk dili hocası olarak gidiyor ve burada bir yıl kalıyor. Sonra elli dokuz gün Paris’te dil eğitimi… Seyahate çıkış gayesini kendisinden dinleyelim:
“Paris, Jöntürklerin acı yuvasıydı; Kahire, İttihat ve Terakkicilerin. Her ikisi de İstanbul’dan kaçmış veya oradan sürülmüştü. Ama Kahire’den çok fazla bir şey gelmedi Osmanlı ve Cumhuriyet’in zihin dünyasına ve sosyal hayatına; ne geldiyse Paris’ten geldi. Benim bu mütevazı notlarım her iki şehrin de bu tarihsel kimliğini yansıtmak amacı taşımıyor elbette. Türkiye için bu iki şehrin siyasal, kültürel anlamını yazanlar yazdı zaten.
Kahire ve Paris'i ne bir gezgin, ne bir romantik ergen, ne safderun bir hayran, ne bir sanatkâr, ne ekmek peşinde bir göçmen, ne kariyer peşinde bir öğrenci, ne de bir sürgün olarak gördüm. Belki de hepsinden bir parça vardı; bu yüzden yazdıklarım tarihsel, mekânsal anlamda bütünlüklü notlara dönüşmediler. Galiba fazla yerli bir kafayla, bilme ve ayırma arzusundan çok ‘demek ki böyle’ ve ‘şimdi burada bende ne var’, beni daha çok çekti. Benimki sadece eşya, mekân ve insanla öznel bir temas. Bu temastan yansıttığım veya kurguladığım sıradan cümleler yazıldı o kadar.”
Görüp yaşadıklarını anlattığı “Kahire ve Paris Notları” alışagelen edebî tasnife göre seyahat mektupları kitabı denilebilir. Gördüklerini ve yaşadıklarını mektup tarzında dil ve üslûp lezzeti içinde anlatıyor. Elbette kitabın birinci vasfı Doğu ve Batı medeniyetinin bu iki şehri hakkında şehir, tarih, toplum, insan ve kültürel cephesiyle birlikte etraf bilgisi de veriyor.
Ama nasıl veriyor? Neyi nasıl söylüyor? Birçok edibin kaleminden Kahire ve Paris’i okuduk. Hepsinin kendine has bir anlatım lezzeti var. Benzerlerinden de okuduğumuz bu iki şehir hakkında bilinegelmiş her yönüyle duyup doyduğumuz bilgi ve anlatımları tekrar etmiyor bu kitap.
Peyzaj çizen ve seyrettiren bir seyahat kitabına hiç mi hiç benzemiyor. Kendi ruh ve fikir penceresinden, kendine ait irfanın ve tarihin birikiminden görerek, bakarak anlatıyor. Gördüklerini ve yaşadıklarını gelenekli Şark hikâyeleri ve seyahatnâmeleri üslûbunu hissettiren bir üslûpla Anadolu’nun bir şehrindeki Fikir ve Gönül Dükkânı’nda, yâni Dil Kapısı’nda şair-i âzamı olduğu bir gönül dostuna gönderdiği mektuplarla anlatıyor.
Bu iki şehir hakkında daha önce okumadığımız bir yığın bilgi de veren kitap, şair ve akademisyen olan ilginç bir insanın başından geçen bâzan hoş ve güzel hâtıralarını, bâzan gurbete düşmüş bir gurbetzedenin duygu ve düşüncelerini, kimi zaman bu şehirlerin siyasî tarih ve sosyolojisi hakkında enfes bilgileri de tahkiyeli anlatımıyla kare kare ruhumuza ve dimağımıza yerleştiriyor.
Kitabın benzerlerinden temel farkı budur. Bir baştan bir başa lisan lezzeti taşıyan edebî bir kitabı okuyup bitirdiğinizi kitabın sayfalarından ayrılınca fark ediyorsunuz. Bu sebeple tadımlık için kitabın bâzı bölümlerinden parçalar sunmayı kitapseverler için lüzumlu buldum. Kitabın tadı öyle ziyadedir ki yorumu uzatmak aslını zaafa uğratmak olur. Dolayısıyla uzun da olsa lezzetli satırları aslından okumak başkadır:
“2. Mektup: Kahire Fotoğrafları”
“Evvel ki ehibbanın Mısır’a gelişi ile âcizin gelişi arasında bir benzerlik yok, yok olması da yine de Mısır deyince malûm türkü de aklıma gelmiyor değil. Yâni Mısır deyince biz ne biliriz: Yusuf ile Zeliha, Yavuz, Mehmed Ali Paşa, Âkif, Gaspıralı… Fakat bu Nil için hakikaten mucize dense yeridir. Binlerce yıldır, binlerce kilometre akıyor da akıyor. Nil varsa Mısır var, yoksa yok.
Söyle hocama ki ‘aha geliyorum’ demesini bekliyorum. Fakat mübarek uykularına zarar gelir diye de korkuyorum. Çünkü bu dostlar, çok gürültülü; adamı hiç uyutmuyorlar; gündüz yatıp gece bağrışıyorlar. Şimdilik mefruş bir eve taşındım. Fakat bu din kardeşlerimiz öyle kirli öyle kirli ki sorma. Kahire’de köprü çok. Şehri bir uçtan bir uca dolaşan Nil’in üzerinde onlarca köprü var. Ve fakat bu köprülerde ay bir görünüyor bir görünmüyor; sabırsın ay ve Nil iki kedi yavrusu gibi oynaşıp duruyorlar. Ben bu köprüden hemen her gün geçiyorum. Ve fakat nasıl geçiyorum sormayın! Hemen her geçişte dilime ‘köprüden geçemiyom’ türküsü düşüyor.
Diyorum ki ah İsmail, beraberce söylerdik yahu türküyü! Tam bu sırada, bu türküyü söylediğimiz için, sadece acılı isyan türküleri dinleyen senin, lakayt ve hattâ biraz kızgın yüzünü görüyorum. (…) Sonra eve gidiyorum; sazın döşüne kapanıyorum. Bir bilsen sazla aramızdaki muhavereyi! Kim kimi tuş ediyor anlamadan sabah oluyor. Diyorum ki bu hınzır saz, mecburiyetimi zaaf sanıp benimle kafa mı buluyor. ( dikkat et bak, fırsattan istifade kafamın garp kısmı ne diyor: ‘her mecburiyet bir zaaftır.’ La havle ve lâ kuvvete…)” (s.12-13)
“Kara bir şehir Kahire; tek renk hâkim: binalar, yolar vs koyu kuşunî mi desem, ihtimal ara sıra çölden gelen kumlar şehri istila ediyor, farklı renkler olsa bile kıs bir süre sonra tek renge dönüşüyor. Saatleri ayarlayan bir enstitü hâlâ kurulmamış burada galiba. Bu insanların zaman algıları henüz garba ayarlanmamış; dakika yok burada. Bol bol inşallah var. Genel olarak sabah 9-10 gibi başlıyorlar işe. 14.30’da bırakıyorlar. İşlerinden çıktıktan sonra uyuyorlar, akşam piyasaya çıkıyorlar. Bu 20 milyonluk şehrin yolları bizim mağaralı Ökkeş caddesinden daha kötü desem biraz fikir edinebilirsiniz. Ne trafik lambası var, ne sıra; kornaya basan kazanıyor.” (s.14)
“3. Mektup: Türkülerle Kahire”
“İnsanın kendi evinde, kendi yurdunda, kendi sokağında söylediği türküyü aslında yalnız söylemediğini Kahire’de öğrendim. Aynı dilin çocukları türkülerini yalnız söyleyemezler. Kahire’de, evde veya dışarıda söylediğim her türkü, bir kuyuya söylenmiş gibi. Ruhumun derinliğinden salınarak gelen türkü, dilime değer değmez tatsızlaşıyor; bakırsılaşıyor; ürkekleşiyor. Yine de eğleşip durduğum her mekânda bir türkü geliyor aklıma.” (s.15)
“Yusuf sabır ile vardı Mısır’a”
Hz. Yusuf Mısır’a sultan olduğunda Firavunlar var mıydı, bilmiyorum. Fakat hırs ve gövde hep yeryüzündeydi. Hz. Musa’ya meydan okuma körlüğü, bu hırsın ve gövdenin eseriydi. (…) Ne kıyımlara sebep oldu bu ihtiras ne kıyımlara! Önce kendine kıydı. İnsan, sonra bütün varlığın belâlısı kesildi. Piramitler de bunun için yapıldı; mumyalar da. Nedir ki mumya; ölümsüzlük ihtirasından başka! (…) Antik Mısır’ın, ölümü gizlemek için mumyaları kullandığını varsayalım. Ya şimdi sarındığımız mumyalar ne! Neyi gizlemek için mumyalıyoruz kendimizi. Yoksa en tanınanımız, en çok mumyası olan mı? Uyurken bile çıkaramadığımız mumyalar. Bu yüzden mi rüyalarımız kâbus? (…) Bu yüzden mi hep başkasını yaşıyoruz?” (s.16)
“Yüksek minarede kandiller yanar”
“Hz. Ömer, Hz. Hüseyin, Muhammed Ali, Sultan Hasan, Rufai ve Ş3afi câmileri de Kahire dediğimiz devasa gövdenin kalbi gibi kan pompalamaya devam ediyorlar. Mısır’ad Şâfiler varsa da yaygın mezhep Mâlikî’dir. İhtimal İmam Mâlikî’nin meşhur yedi öğrencisinin Mısırlı olmasının ve İmam Şâfi’nin Mısır’a gelip yaşamasının etkisi de var bunda. Burada insanlar namazda saf durduklarında bacaklarını şöyle yarım metre kadar açıyor ve mutlaka ayaklarının kenarlarını birbirlerine değdiriyorlar. Kaba bir gözle pek çirkin gibi görünüyor. Ama böyle. Ayrıca fatihadan sonra öyle uzun bir ‘ââââmîîîn’ diyorlar ki, sanırsın bu mübarek kelimeyi Itrî Efendi bestelemiş.” (s. 17)
“4. Mektup: Kahire Kapıları”
“Bu mektubumda, önünde durduğum, vurup giremediğim, başım eğerek girdiğim, girerken başımı çarptığım kapılardan konuşmak istiyorum. Bazılarının kapı mı, pencere mi, mağara deliği mi olduğu belli değil.
“Kapı önünde”
“Her ne kadar Yavuz’la açtığımız kapı ise de Mısır, şimdi kapılardan güren başkası. Bu Kahire’nin kapıları bize kapanalı hayli olmuş. Kahire kapılarında artık bir gurbetçi duruyoruz. Havaalanında başlıyor kapıya kim vuranın sorgusu. Binlerce eserimizin içinde kapaklarını açacak insan beklediği ‘dârülkütüb”(Mısır Millî Kütüphânesi) nazlanarak ve avuçlarına bir şeyler bırakmamamızı bekleyerek açıyor kapılarını.” (s.19-20)
“Dil Kapısı”
“Mısır dilinin kapısı, bildiğimiz Arapçanın kapısı değil. Osmanlı Türkçesinden yola çıkarak öğrendiğimiz Arapça elimizde kör bir kandil. Öylece çalıyoruz Mısır dilinin kapısını fakat açılan kapı bir kâbus gibi. Sesler farklı, kelimeler farklı, (Ammice deniliyor bu konuşma diline). Fakat klasik Arapça yok değil burada; var. Yazı dili olarak kullanılıyor. İlköğretimden üniversiteye kadar yazı dili bildiğimiz Arapça (fusha diyorlar). Kitaplar, gazetelerin çoğu aynı şekilde. Ama hiç kimse bu dille konuşmuyor. Okullarda iyi bir fusha öğrenmeyen bu dili bilmiyor.(…9 Arapça öğrenecek doğru dürüst bir kurs bulamadım. Kahire Üniversitesi’nin kursuna katılmayı düşündüm. (…) Anlayacağın dil kapısından giremedim.” (s.20)
“Devlet Kapısı”
“Galiba Mısır’da insanlar, devletlerinin bekasını, başkanlarının ömürleriyle birlikte idrak ediyorlar. Çünkü yönetime gelenler, neredeyse ömürlerinin sonuna kadar orada kalıyorlar (Nasır, Sedat, Mübarek). Sokakta bundan rahatsızlık duyan yok gibi. (…) Bizim sokaklarımızda ‘sürünüyoruz’, ‘böyle devlet mi olur” gibi çok şikâyet duymazsınız. (…) ‘yahu Nil, bunlara sabrı tevekkülü öğretmiş galiba’ dersiniz ve fakat gözlerine baktığınızda donuk ve istikametsiz bakışlar size başka şey söyler...” (s. 21)
Kitabın 4. Mektup bölümünde “kapı” bahsi uzun. Adlarını verelim de okuyucuların tecessüsü artsın: “Mehmed Ali Kapısı”, “Nasır Kapısı”, “Necip Kapısı, “Dil ve Nil Kapısı”, “Ara Sorgu Kapısı”, “Tahrir Kapısı.” (s.22-26)
5. Mektup: “Kahire’de Bayram Geliyor” bölüm başlığıyla başlıyor. (s.27-32
6. Mektup: “Şahıslar ve mekânlar” dır. Cezbedici birkaç başlık: “Mısır’ın Necip’i”, “Bizim Âkif”, “Bir şehzade evinde”, “İskenderiye.” (s.33-40
7. Mektup: “Hasret Kapısından Kahire’nin hallerine” başlığında “Dostlara hasret babından”, “Latifeler ve mal bulmuş mağribiler”,”Olaylar ve seçin hazırlıkları”, “Üniversiteler ve Türkoloji programları.”(s. 41-51)
8. Mektup: “Kervan ne yana gidiyor” başlığında şu ara başlıklar yer almaktadır: “Kervan ne yana gidiyor”, “Yedinci Sanat”, “Metroya hücum”, “Banorama.” (s. 52-57)
9. Mektup: “Yaza doğru tedbirsiz yolculuk” başlığında “Şiiri soruyorsun ama”, “Birkaç Kahireli genç”, “Maraşlı caddesinde bir akşamüstü.” (s.58-63)
10. Mektup: “Kahire Diva(nesi)nı” başlığın taşıyor. Bu kısımda “Kapı önünde”, “Dil kapısı”, “Öğle kapısı”, “akşam kapısı”, “gece kapısı”, “Nil kapısı”, “Ehram kapısı”, “Devlet kapısı”, “Ara sorgu kapısı”, “Mehmed Ali Kapısı”, “Nasır kapısı”, “Necip kapısı”, “ İkaz kapısı” başlıklarıyla düşünceler nazma, yâni mısralara çekilmiş. (s.64-68)
Bu dili güzel kitabın ikinci ana bölümü “Paris Face Günlükleri Elli Dokuz Gün” başlığını taşıyor. Gün gün tutulan elli dokuz günlüğün yer aldığı kısa yazılar yine sıladaki, yâni Fikir ve Gönül Dükkânı’ndaki dostuna yazdığı mektuplardır. Tadımlık birkaç mektup verip yazıyı uzatmayalım:
“Pasy civarı’nda Balzac’ın evi; bizim elçiliğin yanında, Türkler, Kürtler, Zenciler ve Araplar… merkeze doğru azalıyor, çevreye doğru genişliyorlar. Her şey insan için değil, insan her şey için.”
“Saint Germain civarı. Öncekilerden Yahya Kemal, Tanpınar, Yaşar Kemal, şimdikilerden Orhan Pamuk, Tahsin Yücel, Demir Özlü, Elif Şafak kitapçılarda var.”
“Gündüz, şehrin altı, şehrin üstünden; gece, şehrin üstü şehrin altından daha güvenli. En azından Saint Lazar-La Fayette-Montolon arası dolaşıp evi bulabildim.”
“Paris yavaş yavaş açılıyor ya da ben yavaş yavaş Paris’i görmeye çalışıyorum. (…) Bu akşam Cartier Latin. Yahya Kemal’den bildiğimiz hani.”
“La Croserie des Lilas: Yahya Kemal’in kahvesi. Sanit-Michel Bulvarı’ndan Cartier Latin’e giderken. Oldukça seçkin bir mekân. (…) bir masaya Yahya Kemal ile Moreas’nın adı yazılmış. Kimlerin adı yok ki? Lenin, Hemingway vs.”
“Kim var imiş biz burada yoğ iken.” Yahya Kemal’den Tanpınar’a, Kaya Bilgegil’e, Şerif Aktaş’a, Ahmet Yaşar Ocak’a… daha kimlerle ilgili Paris hatıraları. Anlatan da sağ olsun dinleyen de. Fransız bir hoca A. Y. Ocak için çok iyi bir ilim adamı olur demiş (e bilmiş).”
“Ne çok dil var. Louvre’un, Notre Dame’ın önünde diller o kadar karışıyor ki; diller orkestrası. Uyum, anlamda değil; konuşan insanda. Bazı dillerin gürültüsü, bazılarının hırıltısı, bazıların bağırtısı, bazılarının incesazlığı çıkıyor öne.”
“Champ-Elises, neden bu kadar konuşur? Esasında Notre Dame’ın, Sarbonne’un, Cartier Latin’in yanında oldukça yapma bir yer. 20. Yüzyıl kapitalizminin ürettiği bir marka sadece. Fransızca pratik için hâlâ bir çâre bulamadık. Strasbourg yolculuğu görünüyor.”
“Paris’te daima ‘etkilenen’ olarak hatırlıyorsunuz kendinizi”
“Paris’te daima ‘etkilenen” olarak hatırlıyorsunuz kendinizi. Evet günlerdir yaşadığım “buruklukla karışık çekiniklik’ bununla ilgili olsa gerek. Prizren de, Üsküp’te ya da Kahire’de bunu yaşamazsınız. Çünkü şehirlerin sokaklarında taşıdığımız ‘kendinizi’, hem etkileyen hem etkilenen kolektif bir özne olarak duyarsınız.”
“İlke, birey ve tüketim… sanki şimdiki Paris’in özeti bu( olabilir mi?)”
“Acaba Avrupa’nın diğer belli başlı şehirlerinde de Paris’teki kadar heykel var mı? Bu heykeller kalkıp yürüse ilginç olur; pagandan kiliseye, feodalden, sanayileşmeye; yâni tanrılar, havariler, krallar, imparatorlar, modern kahramanlar hep bir arada!
“Yirmisekiz Mehmed Çelebi Paris’te heykellere hayran olduğunda…”
“Yirmisekiz Mehmed Çelebi, Versailles’ın sarayına ve bahçelerine (ormanına), heykellerine hayran olduğunda yeni bir Avrupa doğuyordu ve sömürgelereinden beslenmeye başlayan Fransa semiriyordu. Ben aynı yerleri dolaştığımda Avrupa, sömürgelerinin istilasından korkuyordu.”
“Paris’in birçok yerinde özellikle geceleri idrar koktuğunu daha önce de söyleyen olmuştur. Özellikle cumartesi geceleri, barların içine sığmayıp dışarıda ayakta içenler veya sigara içmek için dışarı çıkanlar ve sabaha karşı metro olmadığı için evlerine gitmek için uzun yürüyüş yapanlar, sokakları, caddeleri ıslatıyorlar efenim.”
“Paris ve benzer şehirler, sosyolojik birer sonuç değil, ‘dinmez arzuları’ olan insanın, sosyolojiyi hazırlayan, yön veren görünüşlerdir… Postmodern dönemde Paris, artık Eyfel kulesinden utanıyor. Onu artık üretimin ve egemen sanayinin temsili olarak görmüyor; anlamsız bir demir yığını olarak görüyor…”
“Hugo dedim de aklıma geldi, adamın iki katlı yazı masası var; ayakta yazıyor zahir. Yatağının niye çatısı var anlamdım. Belki cibinlik içindir. Esaslı aristokrat ama. E Napolyon’un generallerinden bir baba. Komple sanatkâr…”
Hülâsa; Paris, içi yalnızlık, dışı mekân…
“Diyorsun ki ‘Paris’te zaman nasıl geçiyor?’ Ne diyeyim? Her yerdeki gibi; içi yalnızlık dışı mekân.”
“…Paris’in sanatının, siyasetinin, kültürünün eleştirisini, aktarımını, işi bilenler yapageldi. Benimki sadece eşya, mekân ve insanla öznel bir temas idi. (…) Bazen gördükleriniz, toprağınızın, ailenizin, insanımızın rüyası olur ve derin sesi duyarsınız: Çağrılacak ismi olmalı insanın, çağrılacak adınız varsa gök altında yalnız değilsiniz. Ama Maraş göğünün altı ana döşü, baba kaşıdır; Balıkesir göğünün altında her taş suya düşer, su gerinir. Paris göğünün altı, yaşlı bir hafıza imiş…”