Medeniyet mi umrân mı tercihine bizi zorlayan iki şahsiyet var: İbn-i Haldûn ve âmâ üstadım Cemil Meriç.
“Umrândan Uygarlığa” adlı kitabında İbn-i Haldûn’un umrân kavramını savunur: “İslâm bu keşmekeşten asırlarca önce kurtulmuş. Medeniyet ve kültür tek kelimeyle ifade edilmiş: Umran.”
Haldûn’un, umrânı bir kavmin yaptıklarının ve yarattıklarının bütünü, içtimaî ve dinî düzen, âdetler ve inançlar olarak târif ettiğini, umrâna yüklediği mânanın medeniyet kavramından daha şümullü ve Avrupa'nın hiçbir zaman hiçbir kelimesiyle kucaklayamayacağı bir bütünlüğe sahip olduğunu söyler.
Ona göre umrân kelimesinde derinlik ve kuşatıcılık vardır. Kendisini dinleyelim: “Yalnızca bilgiyi değil irfânı ve bilgeliği de anlatır; şehri ve bâdiyeyi de (kır, çöl) içine alır. Umrândan habersizdik, medeniyete de ısınamadık. İnsanlığın tekâmül vetiresini ifade için kendimize lâyık bir kelime bulduk: Uygarlık. Mâzisiz, mûsikisiz bir hilkat garibesi. Umrân'ı içtimaî hayatla karşılayabiliriz. Haldun için temeddün’le (medenileşme) umrân farklıdır. Temeddün: Şehir medeniyeti. Umrân, hem bedevîliği hem hadarîliği kucaklar.” (a.g.e. s. 98)
“Umrân” kelimesini tercih etmeyişlerinden dolayı Tanzimatçıları tenkid eder. Ahmet Cevdet Paşa'nın medeniyet târifini daha gerçekçi bulur, fakat tek kusuru umrân gibi kucaklayıcı bir kelimeyi, medeniyet gibi müphem ve mâzisiz bir lafza feda etmesidir.
Hemen belirtelim ki, Tanzimat’la başlayarak Birinci Dünya Savaşı yılları ve Cumhuriyet döneminde medeniyet kelimesine “civilization”, Batılılaşma, modernleşme gibi olumsuz mâna yüklendiği için medeniyet kavramı millet nezdinde Frenkleşme şeklinde anlaşılmıştır. Medeniyet kelimesi için kullandığı “müphem, mâzisiz…” ifadesinin altında bu sebepler var. İslâmî mânasıyla medeniyet tasavvurunu kastetmemektedir.
“MEDENİYET HALK ŞUURUNDA DÜŞMAN BİR AVRUPA ÇAĞRIŞIMI YAPMIŞTIR”
Hülâsa ifadeyle, Tanzimat’tan Meşrutiyet’e kadar aydınlar tarafından parlak bir müdafaaya rağmen medeniyet kelimesinin halk tarafından sevilmediğini ve şüpheyle bakıldığını, medeniyet kelimesinin Batı’nın gizli emellerini güzel göstermeye yarayan bir örtü gibi görüldüğünü, Avrupa'dan gelen her mefhum gibi Garaz-ı nefsani ve “Tek dişi kalmış canavar olarak anlaşıldığını, Türk aydınının Tanzimat'tan beri medeniyetin Batı medeniyeti olduğuna iman edip bu şekilde anlatmasından dolayı, halk şuurunda düşman bir Avrupa, sefahat ve fuhşiyattan şeklinde çağrışım yaptığını ifade eder. (Umrândan Uygarlığa, s. 96)
Medeniyeti Avrupa’da arayan ve Avrupa’yla özdeşleştiren Batıcı Türk aydınlarını, “Yeni tanıdıkları bir dünyanın şaşasıyla gözleri kamaşan hayalperest müstağribler için medeniyet bir teslimiyet ve temessüldür (başka bir şeye benzeme)” diyerek zavallı taklitçiler olarak görür ve Batı’nın seküler ve sömürgeci medeniyetinin Tanrı’yı öldürdükten sonra insanı da öldürdüğünü söyler.
ÂMÂ ÜSTADA GÖRE MEDENİYET İSLÂMİYETTİR
Doğu ve Batı medeniyeti telakkisinde tavrı nettir. İslâm’ı ve onun büyük temsilcisi kabul ettiği Osmanlı’yı yekpâre bir medeniyet olarak târif eder: “Bu ülkenin bütün ırklarını tek ırk, tek kalp, tek insan hâline getiren İslâmiyet olmuş. Biyolojik değil, moral bir vahdet. Yâni vahdetlerin en büyüğü, en mukaddesi. Ama ne biz medeniyetimizi inkâr ettik, ne de Batılılar bizi asırlardır bildiklerinden farklı bildiler. Batıcılarımız, yâni müstağriblerimiz ne kadar medeniyet hüviyetimizi inkâr etse de Batılıların gözünde biz düşman bir medeniyetiz. Oysa bu medeniyet, tek başına ortaçağ karanlığını aydınlattı. Tarihte hiç bir insan topluluğu, İslâm inkılâbı, yâni medeniyeti kadar uzun bir hamle yapmadı. Bu medeniyet bir asırda okyanusları birbirine birleştirdi, çeşitli ırktan insanları birbirine kaynaştırdı, târihleri birbirleriyle hamur yaptı.” (Sosyoloji Notları ve Konferanslar, s. 187)
Âmâ üstada göre biz apayrı bir medeniyetin çocuklarıyız; Batı’ya düşman bir medeniyetin, bambaşka ölçüleri olan, çok daha eski, çok daha asil, çok daha insanca, utanılacak mâzisi olmayan, insanlığa büyük hizmetleri olmuş, çağlar kapatıp çağlar açmış bir daha büyük bir medeniyetin çocuklarıyız. Fakat medeniyetimiz İslâmî duruşumuzdaki fetretten dolayı hâkimiyetini kaybetmiş ve Batı medeniyetinin tesiri altına girmiştir. Bu tesir kimilerini kendi medeniyetinden utanan ve reddeden bir mağlubiyet kimliğine sokmuştur. Suçu aydınlara yükler ve İslâm medeniyetinden yana olduğunu beyan eder. (Sosyoloji Notları ve Konferanslar, s. 195)
“İSLÂM MEDENİYETTEN DOĞMUŞ BİR KUVVETTİR”
Medeniyet bahsinde Batıcı aydınlar gibi â’raf’ta değildir. Fikren ve gönülden bağlıdır. “Işık Doğudan Gelir” ve “Jurnal-II” kitaplarındaki düşüncelerini şöyle hülâsa edebiliriz:
İslâm kuvvetten doğmuş bir medeniyet değil, medeniyetten doğmuş bir kuvvettir. O muhteşem medeniyetin gücü kaba kuvvet değildi. İrfandı, teşkilâttı, nizamdı. İslâm medeniyetinde ruh ile dimağ, fazilet ile terakki, mânevî kudretle maddî umran yan yan yanadır. İslâm’ın Semerkand’da, Buhara’da, Şam’da, Bağdat’ta, Konya’da, İstanbul’da, Kahire’de, hele Endülüs’te, Kurtuba’da meydana getirdiği medeniyetler ortaçağ karanlığı içindeki insanlığın ümidiydi. Bütün medeniyetler İslâm medeniyetine borçludur. İslâm medeniyeti yekpâre bir bütündür. Hicret'ten bu yana çeşitli ikbâl ve idbâr devirleri yaşamış, fakat aslî cevherini büyük bir titizlikle korumuştur. Ulaştığı her yerde zulmü ortadan kaldırıp beldeleri, memleketleri umran ve adâletle şenlendirmiş. Fatih’in Semaniye, Kanunî’nin Süleymaniye medreseleri medeniyetin şahitleriydi. Süleymaniye’nin kubbesi, Mohaç’tan daha muazzam bir zaferdi. Loncaları, kervansarayları, şifahâneleri ve sebilleriyle milleti yaşatan vakıf müessesesi başlı başına bir medeniyet hârikasıdır. İslâm’ın eğitim-öğretim sisteminin kaynağı Kur’an ve Sünnet’tir. İslâm medeniyetin dayandığı mukaddes kitaplar, milyonlarca insanın yoluna ışık serpmiş ve serpmektedir. İslâm’ın ‘Muhit’ ül Maarif’i Kur'an-ı Kerim ile Hadis-i Şeriflerdir.
Hülâsa-ı kelâm; âmâ üstad “umrân” kelimesine hususi bir değer verse de, “Türk İslâm medeniyeti ahlâka, feragate dayanan bir medeniyet, gerçekleştirdiği değerler edebiyattan da, felsefeden de, ilimlerden de muazzez. Ben bu mazlum medeniyetin sesi olmak istiyorum” diyerek medeniyet kavramını İslâmî zeminde yüceltir ve hakkını teslim eder. (Mağaradakiler, s. 325)