Abdurrahim Karakoç’un şiirleri 1970’li yıllarda İslâmcı, milliyetçi, ülkücü siyasî ve fikrî gruplar arasında bir marş gibi okunurdu. Bu grupların siyasî liderleri Karakoç’u kendi cenahlarına çekmek için tâbir caizse kur yapar, siyasî ve fikrî hareketlerinin vitrinine çekmeye çalışırlardı.
Keskin bir siyasî taraftarlığı olmadığı gibi siyasetten Allah’a sığınan bir meşrebe sahipti. Fakat düşman ideolojilerin kol gezdiği o dönemde mukaddesata sahip çıkan siyasî grupları şiir ve yazılarıyla destekler, yanlışlarını da açıktan söyler ve tenkit ederdi.
Vefatına kadar hiçbir siyasî iktidarın emrine girmedi. En az 30 defa mahkemeye verildi ve hepsinden beraat etti. Avukat tutmadı, savunmasını hep kendi yaptı. Fikrî ve edebî kuruluşlara da bağnazca bağlılığı yoktu. Kuruluşların ve hiziplerin üstünde kalmaya çalışan, mukaddesatçı herkesin, üzerinde ittifak ettiği ve sevdiği bir şairdi.
Şu vesika, onun şiirinin devrin birçok hareketine tesir ettiğini ve hiçbir zaman siyasî bir akımın sözcüsü olmadığını göstermek bakımından anlamlıdır. 1971‘de kapatılan Milli Nizam Partisi’nin kapatılma gerekçesinde Karakoç’un “Hak yol İslâm yazacağız” adlı şiiri de yer alır. Adı geçen siyasî partinin savunmasında yer alan aşağıdaki ifadeler onun partiler üstü bir şahsiyete sahip olduğunu gösteriyor:
“İddianamede ileri sürüldüğü gibi, ‘Milli Nizam Marşı’ diye bir marşı yoktur. Böyle bir marşın yetkili organlarca kabulüne dair en ufak bir kayıt ve karar bulunamaz. Teşkilâta da bildirilmiş değildir. Parti dışındaki bir bölüm gençlik tarafından kendi istekleriyle okunan ve söylenen bir şiirdir. Yazarı parti ile ilişkisi bulunmayan Abdurrahim Karakoç’tur. Partinin kurulmasından yıllarca önce yayınlanmıştır. Hattâ yine partinin kurulmasından önce bir beyannâme dağıtılması olayı yüzünden kovuşturma konusu olmuş ve İstanbul 2. Ağır Ceza Mahkemesinin örneği ilişik 31/12/1969 günlü 69 183 350 sayılı kararı ile bu şiirden dolayı sanıkların beraatine hüküm çıkmıştır. Gene bu şiir hakkında İstanbul Cumhuriyet Savcılığınca 1969/375 sayılı hazırlık soruşturması sırasında örneği ilişik bilirkişi raporunda bulunan şiirde suç görülmemiş ve takipsizlik kararı verilmiştir. İddianamede Bursa’da basıldığından ve dağıtıldığından sözü edilen bu şiirle partinin, hattâ gençlik kollarının ilintisi olmamıştır.”
ERBAKAN: “BENİM KARAKOÇ’UM GELMİŞ ARKADAŞLAR”
İlk tanış olduğum1981 yılı yaz sıcağında kendisinden dinlediğim Necmettin Erbakan’la ilgili hâtırası anlamlı ve nükteliydi. Erbakan’ın dilli ve kandırışlı bir insan olduğunu anlatmıştı: “1973 yılındaydı galiba. Necmettin Erbakan, 1971 Muhtırası’nda kapatılan Millî Nizam Partisinin yerine Millî Selamet Partisi adıyla yeni bir parti kurma hazırlıkları içindeydi. Partisinin Ankara’daki toplantısına beni de dâvet ederek kurucu üye olmamı istedi. Tabiî benim işim particilik filan değil, ancak bâzı dostlara fikren moral vermek için gittim. Toplantının yapıldığı sinema salonunun kapısındaki vazifeliler benim kara kavruk yüzüme ve sade kılığıma bakarak içeriye almak istemediler. Dâvetiyemi gösterdiğim halde gönülsüzce içeri aldılar. Salona dâhil olduğumda Necmettin Erbakan kürsüde konuşma yapıyordu. Kürsüden beni daha görür görmez, ‘Benim Karakoç’um gelmiş arkadaşlar’ diyerek indi ve beni kucaklayarak öptü. Erbakan’ın beni sarılıp öptüğünü gören salondaki insanların da çoğu beni kucaklayıp öptü. İnanın, üç gün bel ağrısı çektim.”
KARAKOÇ: “DEMİREL SEVİLMEMESİ GEREKEN BİR ADAMDIR...”
Bu dâvetiyeden sonra bir daha parti davetiyelerine katılmadığını anlatmıştı. Farklı siyasî liderlerle yaşadığı hâtıralarını aktarırken, Süleyman Demirel’i, şiirlerinde olduğu gibi çok hicveder, onu hiç sevmediğini, sevilmemesi gereken bir adam olduğunu söylemişti.
1982 yılında onu tanımak isteyen birkaç dostu da alıp Ekinözü’nde (Celâ) ziyaret etmiştim yine. Emekli olmasına rağmen onu çok zaman belediye de bulmak mümkündü. Onun bir kahvehanede oturduğunu söylediler. Şiirlerinin verdiği vecd ve heyecanla kahvehaneye girdim. Fakîri ve yanımdaki dostları görünce sevindi, fakat biraz sinirliydi. “Kahvehanede bazı zamanlar oturmasının” sebeplerini anlattı. Yaptığı nükte, hiciv ve şiirli insan tahlilleri gırla gitmişti. Hatırladığım kadarıyla anlattıklarından bir kare şöyleydi:
“Bu kahvehanede çok fesat adamlar var, aynen İsmet İnönü gibi. Beni hiç sevmezler. Çünkü onların kötü huylarını ve siyasî kepazeliklerini şiirlerle dile düşüyorum. Onların bu tavrını bilmeme rağmen arada bir bu kahvehaneye gelip bir masada tek başına oturuyorum. Onlar da benim tek başıma gelip oturmamdan ve muhalif duruşumdan rahatsız oluyorlar.”
“İBİŞ” ŞİİRİYLE İSMET İNÖNÜ’YE HAKARETTEN MAHKEMEYE VERİLMESİ
İsmet İnönü’nün Tek Parti diktasının millete yaptığı eziyet, jandarma dipçiği ve kıtlık gibi zulüm yıllarının birçok şiirini yazmasına kaynaklık ettiğini anlatmıştı. Geçmişteki bu tür hâdiseleri ve Nemrut tipleri hicveden eden bir şiirini irticalen okuyuverdi: “Bizim ilde bir İbiş var / Ağzında üçbuçuk diş var / İbiş’te İblisçe iş var / Dedim: İbiş ite benzer / Dediler ki: Daha beter.” (Bu şiirin tamamı “İbiş’e Övgü” adıyla “Vur Emri” kitabında mevcuttur.
Şiirde geçen “İbiş kimdir, sembol mü gerçek kişi mi ağabey?” diye sormuştum. Anlattıkları Chp’nin cemaziyelevvelini bilenler için çok mânidardı: “Bu beldede İbiş isimli CHP’li fesat ve karıştırıcı bir adam vardı, şimdi öldü. Onun şahsında İnönü’yü hicveden bu şiiri yazmıştım. Bu yüzden Celâ’daki CHP’liler, İnönü’ye hakaretten Elbistan Mahkemesinde dâva açmışlardı. Tabiî sonunda beraat ettim.”
OSMAN YÜKSEL SERDENGEÇTİ: “SEN OLSA OLSA ABDURRAHİM KARAKOÇ OLURSUN...”
Karakoç ağabey1970 yılının başında Osman Yüksel Serdengeçti’yi ziyaret etmek için Ankara’ya gider. Serdengeçti 50’li ve 60’lı yıllarda milliyetçi-mukaddesatçı câmianın demir leblebi cinsinden fikir ve mücadele adamıdır. Kendisinden dinleyelim:
“Bodrum katında olan Serdengeçti Dergisi’nin yazıhânesinin kapısından girdim. Kendisini fotoğraflarından tanıyordum. Masadaki zâtın o olduğunu anlayınca: ‘Efendim ben Maraş’tan sizi görmeye geldim’ dedim. Daha cümlem biter bitmez, yüzüme mânalı mânalı baktı: ‘Dur ulan kara oğlan, adını söyleme bakalım seni tanıyabilecek miyim?’ dedi ve bir müddet beni süzdü, çehreme bir şeyler arar gibi baktı: ‘Sen olsa olsa Abdurrahim Karakoç olursun’ diyerek sarılıp iki yüzümden öptü.”
BAKAN VEHBİ DİNÇERLER, KARAKOÇ’UN ŞİİRİNİ MAKAMINDA EZBERE OKUYOR
1985 Yılı Şubat ayı başında bir dost Ankara’ya gider ve nüfuzlu biriyle zamanın Millî Eğitim Bakanı Vehbi Dinçerler’i makamında ziyaret eder. Dostumuz, Bakanın odasında geçenleri şöyle anlatır:
“Bakan Dinçerler, ‘hoş geldiniz’ dedikten sonra bana dönerek ‘sizde mi Maraşlınız?’ dedi. ‘Maraş’ın Afşin ilçesindenim’ deyince, ‘Celâ’lı şair Abdurrahim Karakoç’u tanır mısın?’ ‘Tanırım efendim’ dedim. Daha sözüm biter bitmez, Karakoç’un şiirinden bir dörtlüğü yağmur gibi döktürerek okudu: ‘İstanbul som asfalt, Maraş som çamur / Aman bizim iller, ne güzel iller / Urfa’mız harabe, Bursa’mız mâmur / Aman bizim iller, ne güzel iller.’ Ben şaşırdım.
Abdurrahim Karakoç’u kafamda tahayyül ettim. Devlet adamları bile bu şairin şiirlerini ezbere okuyorsa, Karakoç büyük şairdir diye düşündüm. Bakanın çehresinde sevinç edasıyla şiiri okumanın heyecanı vardı. Bu tesirle oradan ayrıldıktan sonra Karakoç’un şairlik tarafı beni daha çok ilgilendirmeye başladı.”
ŞEHR-İ MARAŞ’A GELEN NECİP FÂZIL’LA UFAK BİR GERGİNLİK
Yine Celâ’da bir ziyaretimde, üstad Necip Fâzıl Kısakürek’le aralarında hafif bir gerilim yaşadığından bahsetmişti:
“60’lı yılların sonunda Maraş’taki Milliyetçi Öğretmenler Derneği’nin dâvetlisi olarak Necip Fâzıl Maraş’a gelmişti. Ziyaretine gittim. Dernek kalabalıktı. Dostlar beni onunla ‘bizim Abdurrahim Karakoç’umuz diye tanıştırdılar. Necip Fâzıl bana şiir hakkında fikir verdi, nasihat etti. ‘Senin ismini duyuyorum, hakkında yazı yazacağım’ dedi ve konuşması bu minval üzere sürüp gitti. Hürmet ettiğim büyük şair ve fikir adamının kendi şiir anlayışını bana nasihat etmesine bir süre sonra dayanamadım: ‘Efendim benim şiir tarzım farklı, size uymaz. Siz, şiirde bana ne vereceksiniz dedim. Malûm tikleri geldi. ‘Tamam, sen şairsin, seninle ilgili yazacağım’ sözünü tekrar etti ve ben sonra bir kenara çekildim.”
ŞİİRİNİ İZİNSİZ BESTELEYEN ÂŞIK MAHZUNÎ ŞERİF’İ AFFETMESİ
Karakoç ağabeyin Yunus gibi ehl-i gönül olmasının yanında, fikir ve inanç bakımından farklı insanlara da merhametli ve hoşgörülüdür. 1980’li yılların yine bir yaz sıcağında Celâ kasabasında kendisinden dinlediğim de çok duygulandığım bir hâdise onun son derece mütevazı ve kin tutmayan biri olduğunu anladım.
Afşin ilçesi Berçenek (Tarlacık) köyünden olan türkü sanatçısı Mahzunî Şerif, Karakoç ağabeyin “Hâkim Beğ” ve Tohdur Beğ” adlı iki şiirini izin almadan türkü olarak besteler. Karakoç ağabey dâva açar. Dâva sürerken, Âşık Mahzunî onu ziyaret eder ve şöyle der: “Abdurrahim abi, şiirleriniz o kadar güzel ve anlamlıydı ki, dayanamayıp besteledim, özür dilerim” der ve elini öpmek ister. Karakoç ağabey, Mahzunî’nin samimiyetine, şiirlerini gönül gözüyle severek bestelediğine inanır, onu affeder ve dâvadan vazgeçer.
MARKSİST-SOLCU YAZARLAR ZİYARETİNE GELİYOR
1970’li yıllar, şiirleri Türkiye’de bütün siyasî ve fikir gruplarının dilinde dolaştığı zamanlardır. Bu yıllarda, Ankara’dan Marksist-solcu birkaç yayıncı-yazar Elbistanlı bir solcu vasıtasıyla Karakoç ağabeyi ziyaret ederler. Sırf sanatçı merakıyla alâkalıdır bu ziyaret. Onun sosyal muhtevalı şiirlerine aşırı hayranlık ve ilgileri vardır. Sohbette sırasında derler ki: “Böyle şiirlerini bizim dergilerde, bizim anlayışımıza göre yazsaydın, Nazım Hikmet gibi seni bayraklaştırır, bütün dünyaya tanıtır ve her türlü imkânını sağlardık.”
Karakoç ağabey, gelenlerin ziyaretindeki asıl maksadın bu olmadığını bilmesine rağmen “Ben satılık değilim” diyerek, mertliğiyle de şiirlerine hayran olan ziyaretçilerin gönlünü fetheder.
“HÂKİM BEY, MİHRİBAN ŞİİRİNİ YAZDIĞIMDA SELDA BAĞCAN BELKİ DE DOĞMAMIŞTI...”
Edirne’den Van’a, Maraş’tan İstanbul’a kadar milyonlarca insanın gönlünde ve dilinde yer eden meşhur “Mihriban” şiirini ses sanatçısı Selda Bağcan sanatçı eşiyle birlikte besteleyip piyasada söylemeye başlar ve kısa sürede “Mihriban” türküsü efsaneleşir. Gazetelerde haberler çıkmaya başlar. “Mihriban” ın sözlerinin kendilerine ait olduğunu iddia ederler. Namertliğe dayanamayan Karakoç ağabey bu sanatçıları Ankara’da mahkemeye verir. Bağcan’lar, avukatları aracılığıyla türkünün sözlerinin ısrarla kendilerine ait olduğuna dair mahkemeye savunma gönderirler.
Mahkeme bu minval üzere sürüp giderken, Karakoç ağabeyin mahkemedeki bir ifadesi çok çarpıcıdır: “Hâkim Bey, ben Mihriban şiirini yazdığımda 1960’lı yılların başlarıydı. Ses sanatçısı Selda Bağcan belki de o tarihlerde doğmamıştır, doğmuşsa da bebek yaşta olması lâzım…”
Bu hâtırasını anlatırken sanatçıların karakterleriyle ilgili hicivli sözler aktarmıştı. “Utanma arlanma yok, tabîi ben şiirin ilk yayınlandığı tarihteki kitapla şiirin bana ait olduğunu belgeledim ve tazminat dâvasını hak ettim” demişti.
“BİZ GÜLMESİNİ BİLMEYİZ GARDAŞIM” DEYİNCE…
Karakoç ağabey, 1982-84 yılları arasında Maraş’a, bu fakirin çalıştığı devlet dairesine birkaç defa gelerek şereflendirmişti. Bir gün sohbetimizi lokantada devam ettiriyorduk. Garson ona: “Efendim siz ne istersiniz?” deyince hiçbir espri, nükte amacı taşımayan bir ifade ve eda ile: “Benim yemeğim acılı olsun da, ne olursa olsun” dedi.
Onun her vakit mukaddes dâvasını yaşayan şiiriyetli hâline vâkıf olmuştum. “Ağabey niçin hep acılı olsun diyorsunuz?” diye sorduğumda, “Biz acıların içinde yoğrulduk, biz acılarla kavrulduk” dedikten sonra ardından, “Biz biber şerbetini içerek büyütüldük” mısraını içten bir yangının sardığı eda ile söyledi ki, cezbeye kapılmıştım. Kendime geldiğimde lokantada herkesin bizi dinlediğini fark ettim.
Aynı yıllarda yine Maraş’taydı ve Ankara’ya gidecekti. Gün boyu onu bırakmadım. Kaba siyasî mevzulardan başka bir şey bilmeyen ağzı kalabalık kişilerden âzade tek başına fakîre kalmıştı. Fikir, şiir ve sanat mevzularında sohbet etti ve fakiri de dinledi. Ağabeyi şair Bahaettin Karakoç’un çıkardığı Dolunay Dergisi’nin ilk yıllarında (1986-87) her karşılaşmamızda Maraş’tan tek kişiyi sorardı: “Ali (Ali Yurtgezen) ne yapıyor? Yazıyor mu, çiziyor mu yine? Çok iyi yazı yazar Ali…” derdi.
Bir defasında Maraş’tan ayrılmadan önce, “Ağabey sizinle birlikte bir fotoğrafım olsun istiyorum” dedim; kırmadı. Maraş’ta herkesin bildiği meşhur geveze bir fotoğrafçıya girmiştik. Stüdyodaki divana yan yana oturduk. Fotoğrafçı, “Birbirinize biraz yaklaşın” dedi. Yaklaştık; “Biraz daha yaklaşın” dedi. Neyse, askerlik fotoğrafları misâli, utana sıkıla Karakoç ağabeyle omuz omuza verdik. Mesele yine bitmemişti. Fotoğrafçı bu kez de Karakoç ağabeye hitaben: “Beyefendi biraz güler misiniz?” deyince, içimden “eyvah!” dedim ve korktuğum başıma geldi. Karakoç ağabey: “Biz gülmesini bilmeyiz gardaşım!” dedi.
Stüdyonun ortasına bir bomba düşmüştü sanki. Buz gibi bir hava esti yarı karanlık odada. Fotoğrafçı bize, biz fotoğrafçıya hasımların birbirini süzmesi gibi bakışıp durduk. Nihayet ikinci bir vukûat yaşamadan oradan ayrıldık.
O, Yunus Emre Hazretleri gibi gönül adamıdır. Öfkesini olur olmaz dışa vuran sinirli birisi olmadığı gibi şöhretini öne çıkaran ve kibir eden bir kişiliği yoktur. Derviş meşrep ve son derece mütevazı bir insandır. Serde Türk şiirinin son yüzyılının usta hiciv şairliği olunca ufak tefek dil vukûatlarını hikmet pırıltıları olarak anlamak lâzım.
TAZE BİR ŞİİRİNİ MEKTUPLA FAKÎRE GÖNDERİYOR
Kuvvetli hiciv ustası olmasının yanında bir derviş olduğunu sohbetlerinden ve davranışlarından anladım. Bu hâlini bir hâtıram ile anlatmak istiyorum. Yazdığım bir mektuba karşı, “Dördüncü Cemre” adlı şiirini kendi ifadesiyle “Daha taze iken ve hiçbir yerde yayınlamadan” cevabî mektubunun içine yerleştirerek bu satırların sahibini bahtiyar kılmıştı. Günümüzde hasret kaldığımız daktilo kokan bu mektubu paylaşmak istiyorum:
“Aziz gönüldaşım Ahmet, 21.01.85
‘Çelik testereyle kestim / Yıkadım, duvara astım suları... / Düşümde düşüme girdim dün gece.’
Yukarıya ilk bölümünü aldığım şiiri yazarken fotoğraflı mektubunuzu aldım. Şiirin yazılması bekledi ve ben sizin dost duygularınızı okudum. Allah (C.C.) razı olsun aziz dostum. Hamdolsun, bizler iyi rahat sayılırız. Bazen okuyup, bazen yazmak ve bazen de gezmekten gayri belli bir işim yok. Candan dostların çok olmasına rağmen her birisi bir yerde bulunduklarından hasretlikler kısa mektuplarla gideriliyor. Tabii buna da şükürler olsun diyoruz. ‘Dertler gecikince gidip yokladım / Yırtık bohçalarda umut sakladım... / Yok yere yokluğu vurdum dün gece.’
Böyledir işte; bazen dost yoklar adamı, bazen dert yoklar. Şair olursan bazen de geciken dertleri sen yoklarsın. İnşallah sağ olursam son çıkacak kitabımın adı da ‘Beşinci Mevsim’ olacak. Belki biraz garip amma, yeni yazdıklarım da garip şeyler.
‘Topladım yolları eyledim yumak / Musalladan gayri görmedim durak / Durmadan düşünüp durdum dün gece.’
Havaya, toprağa ve suya düşen cemreler dışında dördüncü cemreyi gönüllere düşürmek şair deliliği midir? Boş ver kim ne derse desin. Ya bir de anlayan olursa?.. Her neyse. Size imzaladığım kitabı Bahattin ağabeyime vermiştim. Herhalde elinize geçti. Bu arada başta H. Şakalar ve diğer tanıdıklara sevgi ve selâmımı iletirseniz memnun olurum.
‘Dosta şiir yazdım Hatıra dedim / Belki bir dost gele otura dedim / Gönlümü toprağa serdim dün gece.’
Candan dost selâmıyla selâmlar gözlerinizden öperim. Allah (C.C.)’a emanet olasınız. P.K.18 Sincan / Ank. Abdurrahim Karakoç”
Ondan dinlediklerimin derûnumda bıraktığı iz şudur: Asırlar öncesi derviş şairlerin karakterinin 21. asırda Abdurrahim ağabeyde tecessüm ettiğini gördüm. Mehmed Âkif gibi dâvasının sözcülüğünde “Sözüm odun gibi olsun; hakikat olsun tek” anlayışının sahibidir. Sanatçı şahsiyeti ve özel şahsiyeti diye iki ayrı duruşu yoktur. Şiirlerindeki gibi tek bir şahsiyeti vardır.