Ahmet Doğan İlbey
Medeniyet mi Umran mı?
Medeniyet mi Umran mı?
Medeniyet mi umran mı tercihine bizi zorlayan iki şahsiyet var: İbn-i Haldun ve âmâ üstad Cemil Meriç.
Meriç, medeniyet mevzuunda ibn-i Haldun’un umran kavramını savunur: “İslâm bu keşmekeşten asırlarca önce kurtulmuş. Medeniyet ve kültür tek kelimeyle ifade edilmiş: Umran.”
“Haldun’un, umranı bir kavmin yaptıklarının ve yarattıklarının bütünü, içtimaî ve dînî düzen, âdetler ve inançlar” olarak târif ettiğini, umrana yüklediği mânanın medeniyet kavramından daha şümullü ve Avrupa'nın hiçbir zaman hiçbir kelimesiyle kucaklayamayacağı bir bütünlüğe sahip olduğunu söyler.
Ona göre umran kelimesinde derinlik ve kuşatıcılık vardır. “Yalnızca bilgiyi değil irfânı ve bilgeliği de anlatır; şehri ve bâdiyeyi de (kır, çöl) içine alır. Umrandan habersizdik, medeniyete de ısınamadık. İnsanlığın tekâmül vetiresini ifade için kendimize lâyık bir kelime bulduk: Uygarlık. Mâzisiz, mûsikisiz bir hilkat garibesi. Umran'ı içtimaî hayatla karşılayabiliriz. Haldun için temeddün’le (medenileşme) umran farklıdır. Temeddün: Şehir medeniyeti. Umran, hem bedevîliği hem hadarîliği kucaklar.”
Medeniyet kavramı yerine umranı tercih etmemelerinden dolayı Tanzimatçıları tenkid eder. Ahmet Cevdet Paşa'nın medeniyet târifini daha gerçekçi bulur, fakat tek kusuru umran gibi kucaklayıcı bir kelimeyi, medeniyet gibi müphem ve mâzisiz bir lafza feda etmesidir.
Hemen belirtelim ki, Tanzimat’la başlayarak Birinci Dünya Savaşı yılları ve Cumhuriyet döneminde medeniyet kelimesine civilization, Batılılaşma, modernleşme gibi olumsuz mâna yükletildiği için medeniyet kavramı millet nezdinde Frenkleşme şeklinde anlaşılmıştır. Meriç’in, medeniyet kelimesi için kullandığı “müphem, mâzisiz…” ifadelerinin altında bu sebepler vardır. İslâmî mânasıyla “Medine” den neşet eden medeniyet tasavvurunu kastetmemektedir.
“MEDENİYETİN, BATI’NIN EMELLERİNİ GÜZEL GÖSTERMEYE YARAYAN ÖRTÜ GİBİ GÖRÜLMESİ”
Tanzimat’tan Meşrutiyet’e kadar aydınlar tarafından parlak bir müdafaaya rağmen medeniyet kelimesinin halk tarafından sevilmediğini ve şüpheyle bakıldığını, medeniyet kelimesinin Batı’nın gizli emellerini güzel göstermeye yarayan bir örtü gibi görüldüğünü, Avrupa'dan gelen her mefhum gibi “Garaz-ı nefsani” ve “Tek dişi kalmış canavar” olarak anlaşıldığını, halk şuurunda düşman bir Avrupa, sefahat ve fuhşiyattan şeklinde çağrışım yaptığını ifade eder.
Bununla kalmaz; “Yeni tanıdıkları bir dünyanın şaşasıyla gözleri kamaşan hayalperest müstağribler için medeniyet bir teslimiyet ve temessüldür (başka bir şeye benzeme)” sözleriyle Batıcı aydınları zavallı taklitçiler olarak görür.
Meriç’e göre, biz büyük bir medeniyetin çocuklarıyız. Utanılacak mâzisi olmayan, insanlığa büyük hizmetleri olmuş, çağlar kapatıp çağlar açmış bir medeniyetin çocuklarıyız. Fakat medeniyetimiz İslâmî duruşumuzdaki fetretten dolayı hâkimiyetini kaybetmiş ve Batı medeniyetinin tesiri altına girmiştir. Bu tesir kimilerini kendi medeniyetinden utanan ve reddeden bir mağlubiyet kimliğine sokmuştur. Suçu aydınlara yükler ve İslâm medeniyetinden yana olduğunu beyan eder:
“Ama ne biz medeniyetimizi inkâr ettik, ne de Batılılar bizi asırlardır bildiklerinden farklı bildiler. Batıcılarımız, yâni müstağriblerimiz ne kadar medeniyet hüviyetimizi inkâr etse de Batılıların gözünde biz düşman bir medeniyetiz. Oysa bu medeniyet, tek başına ortaçağ karanlığını aydınlattı. Tarihte hiç bir insan topluluğu, İslâm inkılâbı, yâni medeniyeti kadar uzun bir hamle yapmadı. Bu medeniyet bir asırda okyanusları birbirine birleştirdi, çeşitli ırktan insanları birbirine kaynaştırdı, târihleri birbirleriyle hamur yaptı.”
“İSLÂM KUVVETTEN DOĞMUŞ BİR MEDENİYET DEĞİL, MEDENİYETTEN DOĞMUŞ BİR KUVVETTİR”
Ona göre, İslâm kuvvetten doğmuş bir medeniyet değil, medeniyetten doğmuş bir kuvvettir. O muhteşem medeniyetin gücü kaba kuvvet değildi. İrfandı, teşkilâttı, nizamdı. İslâm medeniyetinde ruh ile dimağ, fazilet ile terakki, mânevî kudretle maddî umran yan yan yanadır. İslâm’ın Semerkand’da, Buhara’da, Şam’da, Bağdat’ta, Konya’da, İstanbul’da, Kahire’de, hele Endülüs’te, Kurtuba’da meydana getirdiği medeniyetler ortaçağ karanlığı içindeki insanlığın ümidiydi. Bütün medeniyetler İslâm medeniyetine borçludur.
Fatih’in Semaniye, Kanunî’nin Süleymaniye medreseleri medeniyetin şahitleriydi. Süleymaniye’nin kubbesi, Mohaç’tan daha muazzam bir zaferdi. Loncaları, kervansarayları, şifahâneleri ve sebilleriyle milleti yaşatan vakıf müessesesi başlı başına bir medeniyet harikasıydı ona göre.
Medeniyet meselesinde safını belirlediği içindir ki İslâm medeniyetinin ulaştığı her yerde zulmü ortadan kaldırıp beldeleri, memleketleri umran ve adâletle şenlendirdiğini, Batı’nın seküler ve sömürgeci medeniyetinin Tanrı’yı öldürdükten sonra insanı da öldürdüğünü söyler.
Vecdle tasvir ettiği medeniyet bağlılığını “Türk İslâm medeniyeti ahlâka, feragate dayanan bir medeniyet. Gerçekleştirdiği değerler edebiyattan da, felsefeden de, ilimden de muazzez. Ben bu mazlum medeniyetin sesi olmak istiyorum” sözleriyle tescil eder.
İBN-İ HALDUN’UN UMRAN KAVRAMI
İki güzel kelime olan medeniyet mi umran mı tercihinde zorlanmamızda muharrik olan İbn-i Haldun’u dinleyelim şimdi. Her dinin şehirde doğduğunu, sonra köye ulaştığını, fakat o asırlarda inhitata (çökmeye) doğru gittiğini söyler.
Ona göre Peygamberimizin hicretten sonra Yesrib’ i Medine yapması bütün müesseseleriyle İslâm şehir modelini oluşturmuş, gelişme devrinde İslâm devleti şehirler inşa ederek “temeddün” (medenîleşme) kabiliyetini isbat etmiş ve Müslümanlar tarafından hayata geçirilen bu şehirlerde İslâmî hayat, yâni umran ortaya çıkmıştır.
“Mukaddime” adlı kitabında İnsanî toplanma, dünyanın bayındırlığı mânasına gelen umran kavramını devlet ve milletin bekâsının en temel düsturu olarak görür ve iki bölümde ele alır:
Bedevî umran, hadarî umran. Bedevîlik, badiye hayatıdır. Bedevilerin yaşadığı çöl hayatı ve göçebeliği köylülüğü ifade eder. Hadarî umran ise şehir hayatı, yâni yerleşik hayat mânasına gelir. İnsanların toplu halde yaşama isteğini “medeniyet” kavramından çok umranü’l-âlem”, “umranü’l-beşer” tabirleriyle ifade eder. Ona göre beşerî umran hem bedevî hem barbar toplulukları hem de medenî toplumları ifade eder.
İrfanın bulunduğu yer Doğu’ nun umranıdır. Umran kelimesi kültürü ve medeniyeti de kucaklayan daha ihata edici bir kelimedir. İslâm kadar köklü olup, tarihi ve insanı içinde barındırır. Kültürün ve medeniyetin gelişmesi için gerekli olan ilimler ancak büyük bir umranın ve yüksek bir hararetin bulunduğu yerde gelişir.
Cemil Meriç’in ifadesiyle “Haldun’un umran kavramı, târihten tesadüfü kovan bir ihtilâldir. Çünkü Haldun, umran ilmini tesis etmiş, târihin karanlıklarını aydınlatmaya, mâziyi örten hurafe ve efsane bulutlarını dağıtmaya çalışmıştır.”
UMRAN VEYA HADARİLİK İSLÂM MEDENİYET TASAVVURUNU KARŞILAR MI?
Bedevî umrandan sıkça bahsetse de “İnsanın daima çalışarak yöneldiği hedef, mütemeddin (medenî) bir hayatın ve kültürün meydana getirilmesidir” diyerek umranın olgunlaşmasının şehirde tamamlanacağını, Bedevilerin saflıklarını daha çok koruduklarını, şehirlilerin zamanla yozlaşabildiklerini, medeniyetin zirveye ulaşmasıyla birlikte zevâle uğrayacağını söyler.
Medeniyet kavramını İslâm’ın inşa ettiği şehir mânasında kullanır ve medeniyetin bedevîlerle değil, hadarîlerle yükseldiğini, İslâm’ın cihanşumül bir şehir medeniyeti olduğunu, ondan önce gelmiş olan medeniyetlerden üstünlüğünü anlatır.
Hadarilik, umran seviyesinin, yâni yerleşik hayatın, iktisadî ve hukuki bir hiyerarşi düzeni içinde ilimlerin, sanatların, mülkün ve iş bölümünün gelişmiş olduğu şehirleşmeyi ifade eder. Bazen yerleşik, medenî mânasına gelen umran hazarî ifadesini kullanır. Doğrudan İslâm şeriatından bahsetmese de umranı “Nur ilmi” , “Umran ilmi” gibi tariflerle fıkıhla ve hikmetle bağ kurar.
HALDUN: MEDENİYET ŞEHİRLİLERİN MESULİYETİYLE YAŞAR
Haldun’a göre her medeniyet doğup gelişir, kendini yenilemediği zaman ortadan kalkar. Şehirlilerin mesuliyeti daha büyüktür. Çünkü medeniyetin çöküşü onların vazifelerini hakkıyla yapmaması, şehirde yaşamalarına rağmen şehirli değerlerini yavaş yavaş kaybetmeleri ile hızlanır.
Anlayabildiğim kadarıyla Haldun dünya mânasına gelen“ Mülk” kavramının ardından umran ve hadari kavramını sıkça kullanır. Çünkü “Mülk” umranın en temel safhalarından biridir ki mülkün umran sayesinde insanlara faydalı hâle geleceğini söyler.
UMRAN SADECE BAYINDIRLIK MÂNASINA MI GELİR?
Mülkün umranlaşması sadece maddî ve teknik imkânlar olarak değil, Allah’ın dinine bağlı ölçülerle kemalatını bulan bir dünya düzeni mânasında anlaşılmalıdır. “Medenî” kelimesini “ictimaî hayat yaşamak” mânasında kullanır. İçtimai hayat yaşayan insanların zaruretler ve ihtiyaçlar gereğince yaptığı faaliyetlerin umumi adını umranla ifade ediyor.
Umranı, iktisadî düzen, şehirlerin yapısı, yâni sadece bayındırlık gibi yorumlayanlar ve Batı düşüncesinde yer alan determinizme yakın anlayış olarak târif edenler var. Lütfi Bergen “Az Gelişmişlik Üstünlüktür” kitabında, “Medeniyet umran değildir. Hadaret de değildir. Müslümanlar umranı arasaydılar, Mekke’de İslam mücadelesi devam edecek, Medine’ye hicret etmeyeceklerdi. Mekke’de bireysel Müslümanlıklar ve umran; Medine’de toplumsal Müslümanlık ve adalet yani medeniyet vardı. Medeniyet yeryüzünü imar eden bir toplumun işi değil, yeryüzüne fıkıhla çıkmış bir toplumu ifade etmektedir” diyor.
“UMRANIN TEMEL KAYNAĞI ASR-I SAADETTİR” DİYENLER
Fakat, Mustafa Armağan’ a göre Haldun’un umran fikrinde tarihî bir bağ ve sıralama olduğunu, ancak pozitivistlerin anladığı bir determinist (sebepçilik) ve ilerlemeci anlayışa bağlı değildir. Aksine hadiseler arasında Batı’nın anladığı şekilde “sosyolojik” tekamül değil, dînî anlayışın tekamülünün bulunduğunu söyler. Umranda esas olan maddî ve toplum bilgisinin ilâhî olana doğru gelişmesidir.
Çünkü Haldun, umranın merkezine “Mükemmel insan” olarak Hz. Peygamberimiz s.a.v.’i koyar. Umranın temel kaynağı Asr-ı Saadet’tir. Müslüman hangi zamanda olursa olsun fıtrat yönünden “vasıfları ve “kabiliyetleri”, “yükseliş ve düşüşü” Allah’ın iradesi içinde fıtrata olan yakınlık ve uzaklığına göre değişir.
Hülâsa-ı kelâm; umran kavramı bugün Müslümanların medeniyet kavramıyla yeniden inşa etmek istedikleri düzene ve tasavvurlarına yardımcı olur mu olmaz mı? Bu, ehlinin tahliline muhtaçtır.
Meramımız İslâm medeniyet tasavvurunda fikir tâlimidir ki bu yola ait her türlü vasıtaları, kavram ve ilmî malzemeleri tanımak, ezberciliğe çakılmadan bu yolda zihnî bir cehde hazır olmaktır.
-------------------------------------------------------
MEDENİYET DÜŞÜNCESİ TÂLİMİNİ ÜSTLENEN
TERKİP VE İNŞA DERGİSİ 4. SAYIYA ULAŞTI
Ey azizan!
Fikir Teknesi Yayınları’nın kurucusu Haki Demir’in sahipliği ve Metin Acıpayam’ın Yayın Müdürlüğünde çıkan Terkip ve İnşa Dergisi 4. sayıya ulaştı. İslâm medeniyet düşüncesi tâlimini üstlenen “Terkip ve İnşa” dergisinin mündericatı şöyle:
İslâm ilim mecrası: Haki Demir
Mektep-medrese dersleri: Ali Yurtgezen
Medeniyet mi Umran mı?: Ahmet Doğan İlbey
“Mahzen-ül Ulûm”da ilim telakkisi: Metin Acıpayam
Din inşası ve din ile inşa: İbrahim Sancak
Merkezkaç kuvvetlerin bedeviliği: Nurettin Saraylı
Müderris Risalet Talebe Sahabe: Ebubekir Sıddık Karataş
İlimlerin ve hayatın tevhidi: Atilla Fikri Ergun
Medeniyet tasavvuru ve bilgi telakkisi: A. Bülent Civan
İnsan telakkisine dair tereddütler: Ahmet Kamil Tuncer
İnsandaki idrak merkezleri: Hamza Kahraman
İdrak kaynağı olarak kalb: Abdullah Tatlı
İdrak merkezi olarak akıl: Osman Gazneli
İdrak ve beyin Selahattin :Adanalı
Bilginin İslamileştirilmesi: Ahmet Selçuki
Epistemolojik işgale karşı halk irfanı: Fatih Mehmet Kaya
Yirminci asır tuzağı: Ramazan Kartal
Müslüm Gündüz ile mülakat: Metin Acıpayam
Kitap baskısı yeniden başlıyor: Mustafa Karaşahin
Dergiye ulaşmak isteyenler Metin Acıpayam adına açılmış olan PTT Kahramanmaraş şubesi 11093404 hesap numaralı Ptt hesap numarasından ve “[email protected]” den müracaat etmeli veya İsmetpaşa mah. 9. Sok. Ergenekon İşhanı Kat.1, No: 4 K. Maraş adresine varmalıdır.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.