Ahmet Doğan İlbey

Ahmet Doğan İlbey

Evvel yoğ idi, işbu medeniyet kavramı Tanzimat’ta çıktı

Eskiden medeniyetin adı yoktu. Hayatımızı kuşatan, eşya ve hâdisede tezahür eden hâkimiyeti vardı. Tanzimat’tan bugüne hakikati yok, adı var.  

 

Tanzimat’tan Meşrutiyet’e kadar “medeniyet” adlı sihirli kelime üstüne âlim ve münevveranın yaptığı târif ve tesbitlerin hangisi bizi kuşatır? Hangisi işimize yarar ve hangisini kabullenmemiz gerekir? Yazıp söylenenler üstüne bir tâlim denemesi yapmak, bu problemli sahada hayrımıza olacaktır.

 

Tanzimat bu yana yapılan medeniyet tariflerinin ârızalarını fark etmek için medeniyetin ne olduğunu kısaca bir daha belirtelim. İslâm lügatinde “Yönetmek” (siyaset) ve “mâlik olmak” mânalarına da gelen medeniyet kavramı dinin yaşandığı yerdir. Bu sebepten, İslâm ahkâmının sürdüğü yere medine, burada yaşayana da “şehirli” mânasında “şehre mensup olan “medînî” denilir. Fârâbi’ye göre, bir şehrin ahalisi tarafından inanılan dünya görüşü vahiy gelen bir peygamber tarafından şekillendirilmişse bu şehir erdemli şehir (medînetü’l-fâzıla) adını alacaktır.

 

MEDENİYET KAVRAMI TERCÜME FAALİYETLERİYLE ZUHUR ETTİ

 

Medeniyet kavramının kullanılması Batılılaşmanın bir kolu olan ilk tercüme faaliyetleri döneminde başlamıştır. Avrupa’nın maddî ve teknik gücünün kaynağını araştıran Osmanlı münevveranı ve bürokratı “civisilation” (uygarlık ve uygarlaştırma) kelimesi üzerinde kafa yordukları bir kavramdır.

 

Medeniyet kavramı Tanzimat literatüründe yokken, Mustafa Reşit Paşa Paris’ten yazdığı mektuplarda “civilisation”u “terbiye-i nâs ve icrâ‟y-ı nizâmat” olarak târif eder. Be sebeptendir ki ilk pozitivistlerden Batı yanlısı Şinasi, Reşit Paşa'yı medeniyet resulü ilân ederek, onun ismi üzerinden Batılılaşmayı yüceltir.

Reşit Paşa “civilisa­tion” kelimesini “ünsiyet, tehzib-i ahlâk (ahlâkın ıslahı), te’dib-i ahlâk (ahlâkî terbiye), zariflenme” olarak tercüme eder.

 

Dolayısıyla Tanzimat edipleri “Medenî” kelimesini “Munis, müzehhebü’l-ahlâk (ahlâkla donanmış) ve edeblü” ifadeleriy­le açıklamışlar. Devrin muhafazakâr âlimleri de “temeddün” (medenîleşme hâli, şehirleşme) kelimesini kullanırlar. Bu görüşe göre medenîlik barbar­lığın karşıtı olarak insanî, hukukî, ahlâkî tavır ve davranışları ifade ederken, medeniyet bunların sonucunda ortaya çıkan fikrî, fizikî, siyasî ve iktisâdî düzeni ifade etmektedir. (Cemil Meriç, Umrandan Uygarlığa)

 

Reşit Paşa’dan Sadık Rıfat Paşa’ya ve Ahmet Cevdet Paşa'ya kadar Tanzimat dönemi devlet adamları bu kelimeye karşılık “medeniyet” kelimesinde karar kılarlar. Bundandır ki “Muhteşem İslâm medeniyeti” söylemi Batı karşısındaki mağlubiyet psikolojisiyle dillendirilen cerbezeli bir ifadedir.

 

Batı’ya göre “Aydınlıklar çağının ümitlerini dile getiren, terakki inancını geliştiren” mânasına gelen “civilisation” un Mustafa Reşit'ten Ahmet Cevdet Paşa’ya, Sait Hâlim Paşa’dan Mehmet Âkif’e ve Gökalp’ e kadar uzanan farklı mânaları var.

 

“TANZİMAT’IN İLK İDEOLOJİSİ MEDENİYETÇİLİKTİR”

Tanzimat aydınlarının çoğuna göre medeniyet ancak Avrupa'ya ulaşmakla kazanılabilir. Tanpınar'ın ifadesiyle “Bu devrin ilk ideolojisi medeniyetçiliktir.” Avrupalılaşmaya tam meyilli olan Reşit ve Sadık Rıfat Paşalar gibi Tanzimat’ın mimarları bu kelimenin Avrupa’daki muhtevasıyla alınmasını savunarak, Cevdet Paşa ve benzeri Osmanlıcı muhafazakârlardan ayrılır. Namık Kemal ve Ziya Paşa da “Batının ilim ve teknolojisini alınmalı, fakat İslâm geleneklerimizi korumalı” deseler de Avrupî medeniyet şeması içinde düşünürler.

“İlim ve fen her yerden alınabilir” diyen günümüz bazı İslâmcı kanaat önderlerinin medeniyet anlayışlarıyla, Osmanlıcılık ve hürriyet fikrine şüpheyle baktığımız bir buçuk asır önceki Namık Kemal’in hülâsa ettiğimiz ifadelerinin çakıştığını söyleyebiliriz:

“Medenî olmayan milletler akvâm-ı mütemeddinenin esiri olmağa mahkûmdurlar. Anâneperestlik nice kavimleri esarete sürüklemiştir.

Medeniyetsiz yaşamak ecelsiz ölmek gibi bir şey. Avrupa medeniyetinin nice kötülükleri, eksiklikleri var ama iktisab-ı medeniyete çalışan akvam için, tamamı tamamına Avrupa’yı taklit etmek niçin lâzım gelsin? Birtakım hakayik-i ilmiye (ilmî hakikatler) vardır ki dünyanın hiçbir tarafında değişmez. Hiçbir yerde sû-i tesiri görülmez... (…) Bu kabilden olan hakayik-i nafiayı (bayındırlık hakikatlerini) nerede bulursak iktibas ederiz. (…) Şeriat-ı Muhammediye’nin münci (kurtarıcı) kaideleri... ve halkımızın fevkalâde kabiliyeti elde iken, neden dünyayı hayran bırakacak medeniyetler kuramayalım?”  (Cemil Meriç, Umran’dan Uygarlığa)

 

Müstakil bir yazı mevzuu ettiğimiz Ahmet Cevdet Paşaya göre medeniyet bir ideal değil, sosyal bir hâdisedir. Devlet ve medeniyetin zemini dindir. Fakat Batı yanlısı Tanzimatçılar gibi medeniyeti ilerlemeci târih görüşüyle açıklıyor. Hayranı olduğu İbn-i Haldun’dan aldığı tesirle ilim, fen ve teknik tarafının ağır bastığı bir hamle olarak gördüğü medeniyeti üç safha olarak târif eder:

 

“Tarihin başlangıcında çadır hayatı yaşayan kabileler vardı. İkinci safhada, büyük şehirler ortaya çıktı. Üçüncü aşama ise, devlet ve saltanat mertebesidir. Ona göre medeniyetin belirleyicileri, “iş bölümü ve şehirde toplanma hâli ve şartı ise devlettir. Devlet yoksa medeniyet de olmaz.”    

 

MEDENİYETİN ASLI BİR, FAKAT AYDINLAR ONU YEDİ KOCALI HÜRMÜZ’E DÖNÜŞTÜRDÜ                                                                                                                               

 

Sadık Rıfat Paşa'nın medeniyet kavramı Avrupa toplum yapısına uygun ve devletlerarası hukuk etrafında geliştirilmiş bir kavramdır. Batı medeniyetinin fikrî esaslarından olan pozitivist akıl ve terakki gibi kavramları Tanzimat’ın devlet ve eğitim hayatına dâhil eden odur. Medeniyeti, nüfusun çokluğu ve refahı, halkın ırz can ve namusunun devletin güvencesi altına alınması olarak görür. Taassub ve cehâlete karşı akıl ve bilim ilerlemenin yegane vasıtasıdır. Medenî olmaya direnen milletler akvâm-ı mütemeddinenin (Temeddün etmiş, medenîleşmiş, ilerlemiş) esiri olacaktır.

 

Tunuslu Hayreddin Paşa da, “Batı'daki üstünlüğü adâlet ve hürriyet düzenine bağlayarak, bir zamanlar onların bizi taklit ettiğini, şimdi de taklit sırasının bizde olduğunu” dolayısıyla Avrupa medeniyetini taklit etmemizi teklif eder. 

Tanzimat dönemi ediplerinden Ahmet Mithat Efendi de Batı’nın ilim ve tekniğiyle cemiyet hayatına getirdiği kaideler Doğu’nun ahlâk ve terbiyesi ile birleştirilmeli, yâni Doğu-Batı senteziyle Osmanlı medeniyetinin ihya edilmesi lüzumlu diyen seküler medeniyet anlayışına sahiptir. Medenî kelimesiyle Avrupa’nın teknik ve ilminin, Doğu’nun ahlâk ve irfanının izdivacını kasteder. İki medeniyette var olan doğruları seçmek gerektiğine inanır.

 

Sait Hâlim Paşa ve Mehmet Âkif bu kelimeyi fen ve ilim olarak telaffuz ederek, İslâm medeniyet şartlarında değerlendirilmesini isterler. Gökalp ve benzeri Türkçüler de seküler zeminde Türk ahlâkı ve kimliğini muhafaza ederek Batı medeniyetinden olmak şeklinde savunurlar.

 

ÂRIZASI AZ OLAN BİR MEDENİYET TÂRİFİ SAİT HÂLİM PAŞA’DAN

 

Said Hâlim Paşa’yla Âkif’in medeniyet görüşleri birbirine çok yakındır. Birbirleri üzerinde fikrî tesirler vardır. O da Âkif gibi fen ve teknolojinin milliyeti olmadığını, fen ve ilmin ilerlemelerin görüldüğü yerde alınması gerektiğini belirtir ve taklitçiliği kesinlikle tenkit eder.

 

“Buhranlarımız” adlı kitabında İslâm medeniyetinin aslında Batı medeniyetinin kaynağı olduğunu anlatır. Medeniyet kavramını oluşturan unsurlar bir milletin ürettiği maddî ve mânevî unsurların yekûnudur. Bu unsurlar birbirinden ayrılabilir. Ancak “müteharrik ve mümeyyiz güç dindir. Müslüman toplumlar için İslâm / şeriat medeniyetin temelidir.”  Medeniyet,  kaynağını dinden almaktadır. Bütün meselelerin kaynağı dinimizde aranmalıdır. “Teceddüt” (yenileşme) hareketlerine karşı çıkarak, bu tür hareketlerin; asırlardan beri kurulmuş olan inançları, fikirleri, telakkileri, an’aneleri, hisleri ve ahlâkı tahrip ettiğini, memleketi mânevî anarşiye ittiğini belirtir. Osmanlı müesseselerinin, yâni medeniyetin doğuş kaynağı İslâmî esas ve telakkilerdir.

 

Fikirlerini hülâsa edersek; din medeniyetin gerilemesine asla sebep olmamıştır. Aksine dînin hakkıyla anlaşılmaması tereddiye (yozlaşma) sebep olmuştur. Bu tedenni (gerileme) ve tereddiyi hızlandıranlar da medeniyetin taşıyıcısı aydınlardır. Osmanlı aydınları Tanzimat’tan sonra şuursuz bir şekilde Batı hayranlığına soyunmuşlardır. Dolasıyla Batı medeniyetini taklit İslâm toplumları için acı sonuçlara sebep olmuştur.

                                                                                                                            

Meşrutiyet Dönemi’nde Şeyhülislâmlık yapan Mûsa Kâzım Efendi de, bir toplumun ancak dindar ise medeniyet kurabileceğini, dinsizlerin medeniyet kuramayacağını, teknoloji ve ilimden doğan ilerlemenin medeniyet tesis etmeyeceğini söyler. “Biz Avrupa’nın yalnız ‘ulûm ve sanâyi’ini ahz ü kabûle mecburuz (…) Fakat onların bütün ahlâk ve ‘âdâtını ve usûl-i maîşet ve tarz-ı hayâtını kabûl edemeyiz” görüşleriyle Sait Hâlim Paşa ve Âkif’in medeniyet anlayışlarına yakın durmaktadır. Fakat şu fikirleriyle de Ziya Gökalp’ın medeniyet tasavvuruna yaklaşmaktadır:

 

“İslâm terakkiye mâni değil; ilim ve fenleri men etmez. Bir memleketin ilim ve tekniğini taklit, o memleketin ahlâk ve hayat tarzını da benimsemeyi gerektirmez. Her ülke, her millet, kısaca ‘kültür’ denen kendine has bir hayat tarzı, geçim yolu ve makbul âdete sahiptir. Fakat her birinin kendine mahsus sanatı, fenni ve ilmi yoktur. Ulûm ve fünûn ve sanâyi de bütün insanlar ve bütün kavimler müşterekdir.” (İsmail Kara, Türkiye’de İslâmcılık Düşüncesi)

 

İBNÜL EMİN’DEN ASLÎYETİNE UYGUN BİR TÂRİF: “MEDENİYYET-İ SAHÎHA”

 

Meşrutiyet ve Cumhuriyet devrinin dindar münevveranından İbnülemin Mahmut Kemal, Mûsa Kâzım Efendi’ye hitaben, onun “Medeniyyet-i Sahîha-Diyânet-i Sahîha” adlı yazısı dolayısıyla 26 Temmuz 1898’de kaleme aldığı “Medeniyyet-i Sahîha” adlı yazısında (Bu başlık altında Ali Yurtgezen hocanın yazdığı yazı tafsilatlı ve izahlıdır) “Medeniyyet-i zâhire” (medeniyyet-i kâzibe) ve “medeniyyet-i sahîha” (medeniyyet-i hakîka) yahut “medeniyyet-i bâtına” olmak üzere iki ayrı medeniyetten bahseder.

 

Ona göre medeniyyet-i zâhire, teknik ve sanayiin meydana getirdiği imkânlardır. Bu medeniyet tarzı mânevî değer ve faziletlerden mahrum, insanların refah ve saadetten aynı şekilde faydalanamadığı, insanı yücelten ahlâkî değerlerin mevcut olmadığı bir sistemdir. Medeniyyet-i sahîha ise din, ahlâk, adâlet gibi mânevî değerlere sahip olup, insanlara her türlü saadet ve refahı sağlamayı gaye edinmiş, Allah’ın rızâsını kazandıracak hayırlı işlerde bulunmak gibi ahlâkî güzellik ve erdemlerin hâkim olduğu bir medeniyettir. Allah’ın emrettiklerini yerine getirmek, menettiklerinden ise kaçınmak suretiyle kazanılan bu erdemlerin, bütün ahlâkî güzelliklerin kaynağı dindir. Târihin kesin delillerle ortaya koyduğu hakikat, beşeriyetin tekâmülü ve medeniyyet-i hakîkiyyenin vücut buluşunun İslâmiyet’in gelişiyle mümkün olduğudur. (Diyanet İslâm Ansiklopedisi, Cilt: 21, s. 254)

 

Hâsıl-ı kelâm; bugün bir kurtarıcı olarak sarıldığımız, iki asırdır kuvveden fiile, teoriden tatbikata geçiremediğimiz için karşısında ezik ve mahcup olduğumuz sevgili medeniyet kavramının serencâmı kısaca budur. İnşa ve ihya hamlesinde hayli geç kaldığımız İslâm medeniyet dâvasında bu târif ve tesbitlerin hangisi bünyemize uyar? Mesuliyet sahipleri düşünmeli artık.

-------------------------------------------

İSLÂM MEDENİYET FİKRİ ÜSTÜNE TÂLİM ETTİREN “TERKİP VE İNŞA DERGİSİ” NİN 3. SAYISI ÇIKTI
                                                                                                                                
Ey azizan!                                                                                                           

Türkiye’de Müslümanların kamuda ve siyasî hayatta varlığının hissedilmesini belli ölçüde sağlayan bir iktidara rağmen İslâm medeniyet hamlesine dair bir emare görülmediği açık ve üzücüdür. Böyle bir zamanda medeniyet tasavvurumuzu kuvveden fiile çıkaracak olan “Terkip ve İnşa” dergisinin 3. sayısı çıktı.

 

Fikir Teknesi Yayınları’nın kurucusu Haki Demir’in sahipliğinde ve Metin Acıpayam’ın Yayın Müdürlüğünde çıkan Terkip ve İnşa Dergisi 3. sayısının dosya konusu “İslâm Medeniyet Tasavvurunda İlim-Hikmet-Tefekkür” mevzudur. Bütün görevi yalnızca medeniyet fikri üstüne tâlim ettirmek ve düşündürmek olan “Terkip ve İnşa” dergisinin mündericatı şöyle:

 

Takdim: Editör: Adnan Köksöken

İlim irfan tefekkür: Haki Demir

İlim-İrfan-Tefekkür Üçgeninde İslâm Medeniyetinin Yedi Kurucu Kavramı: Atilla Fikri Ergun

Mutlak İlim Nispi İlim: İbrahim Sancak

Bilgi ve Fikir: Ebubekir Sıddık Karataş

İki yol ilim ve irfan: Abdullah Tatlı

Bilgi Telakkimizin Marazları: Metin Acıpayam

Dehaları istihdam eden mecra tasavvuf: Hamza Kahraman

Uygarlık Denilen Vahşet: Ali Yurtgezen

Medeniyet Hamlesi: Oluşumu / Karşılaştırması/ Bileşenleri: Memduh Atalay Evvel yoğ idi işbu medeniyet kavramı Tanzimat’ta çıktı: Ahmet Doğan İlbey

Kaos çağında tefekkür: Faruk Adil

Batının epistemolojik işgali: Alihan Haydar

Oryantalist taarruz: Ahmet Kamil Tuncer

Psikiyatri, parapsikoloji ve “Ruhi ilimler”: Selahattin Adanalı

Nevzat Tarhan ile Mülakat: Metin Acıpayam

İstihbarat ve bilgi telakkisi: Ahmet Selçuki

İslam medeniyet tasavvurunun irfan (ruh) cephesi: Bülent Civan

Konferanslar: Osman Gazneli


Dergiye ulaşmak isteyenler Metin Acıpayam adına açılmış olan PTT Kahramanmaraş şubesi 11093404 hesap numaralı Ptt hesap numarasından ve “[email protected]” den müracaat etmeli veya İsmetpaşa mah. 9. Sok. Ergenekon İşhanı Kat.1, No: 4 K. Maraş adresine varmalıdır.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.