Ahmet Doğan İlbey
Bir devrin şairi Abdurrahim Karakoç
7 Haziran 2012’de Hakk’a uçan Abdurrahim Karakoç’un (1932-2012) vefat yıldönümündeyiz. Şiirleriyle millî, yâni İslâmî dâvası olan her grubun yiğit sesiydi Abdurrahim Karakoç. Sülâlace şair olan Karakoç’un ilk şiirleri çocuk yaşta iken Elbistan Engizek Gazetesi’nde yayınlanır. İlkokuldan sonra tahsil imkânı bulamadığı için askerlik çağına kadar marangozlukla iştigal eder ve askerden gelince memleketi Kahramanmaraş’ın Celâ (Ekinözü) ilçesi Belediyesi’nde muhasebe memurluğu yapar.
Emekli olduğu l982 yılından sonra Ankara’ya yerleşir. Güçlü şiir damarının yanında günlük gazetelerde, millet düşmanı aydın ve idarecileri hicveden ivazsız yazılar yazar. Şiirleri gibi yazılarında da memleket meselelerinin kanayan yaralarına dokunduğu için sık sık mahkemeye çıkarılır. Fakat o bir şair olmanın yanında bir dâva adamı olarak tavizsiz yazılarına devam eder.
Meşreb olarak derviş/alperen olan Karakoç yozlaşmayı hiciv tarzıyla işleyen şiirlerinin yanında dâva ve sosyal şiirleriyle 1965 yılından itibaren çeyrek asırlık bir dönemde kendi sahasında sembolleşmiştir. Şairliğiyle fikir adamlığını birleştirerek İslâm’ın içinde erimiş Hak yolda olan milliyetçi düşünceyi yiğitçe bir eda ile şiirleriyle temsil ettiğini bu satırların sahibi dâhil, önceki iki kuşak onu bu vasıflarıyla bilir.
Şiir Kitapları: Hasan’a Mektuplar (1965, 2. baskısı 1969) / Hasan’a Mektuplar ve Haberler Bülteni (1969) / El Kulakta (1969) / El Tetikte (1969) / Bütün Şiirleri (1973) / Vur Emri (1.baskı:1975, 2.baskı: 1976, 3.baskı:1977, 4.baskı: 1979, 5.baskı:1980, 1981 yılında 6. baskıdan itibaren “Şiirler” adıyla 13. baskısını yapar ve 2000 yılında tekrar “Vur Emri” adıyla yayınlanır) / Kan Yazısı (1.baskısı: 1977, 2.baskısı:1979, 3.baskısı:1981’de olmak üzere 7.baskısını yapmıştır / Suları Islatamadım ( 1.baskı:1983 olmak üzere 5.baskısını yapmıştır) / Dosta Doğru (1988) / Gökçekimi ( (1991) / Beşinci Mevsim (1987) / Akıl Karaya Vurdu ( (1994) / Gerdanlık-1 (2000) / Gerdanlık-2 (2002) / Gerdanlık-3 (2005) / Parmak İzi (2002) / Yasaklı Rüyalar (2002)
Deneme-Fikir kitapları: Düşünce Yazıları (1990) / Çobana Mektuplar (1996).
Şiirleri milliyetçi ve İslâmcı kitlelerin dilinde marş gibi okunurdu
Abdurrahim Karakoç 1960’lı yıllardan itibaren Anadolu’da üç kuşağa tesir edecek şiirlerini yayınlamaya başladığında Türkiye 27 Mayıs Darbesi’nin millet düşmanı askerî vesâyet rejimi altında esirdi. Bürokratik devletin zulümlerini, sosyal dertleri ve millî meseleleri dile getiren şiirleriyle, darbecilerin baskıları altında ezilen milliyetçi ve dindar Anadolu insanının sesi olur. 1967’de İttihad Gazetesi’nde yayınlanan şiirleri 1973 yılına kadar İslâmcı ve milliyetçi kitlelerin dilinde marş heyecanıyla söylenir.
“Mektup yazdım Hasan’a / ha Hasan’a, ha sana”
Türkiye’de 1965’ten itibaren aklı şiire yeten her Anadolu insanı, yirmi şiirden meydana gelen Hasan’a Mektuplar’ ın bölüm levhası olan “Mektup yazdım Hasan”a, ha Hasan’a, ha sana...” mısraını muhakkak ki bilir. Şairin hiciv ve sosyal konulu şiirlerinin sembol ismi olan ilk şiir kitabıdır.
Şairin, Hasan’a Mektuplar’ında “ Oğul, bir mektup yaz bizim Hasan’a / Bıldır ki itlerin çoğu öldü, de / Tor tosunlar kayış yardı bu sene / Koc’öküzler epey ayrık yoldu, de” diye başlayan şiirleriyle, bu şiirlere karşılık beş şiirden oluşan “ Hasan’dan Gelen Mektuplar” birlikte okunduğunda bin türlü iç ve dış memleket meselelerinden, sosyal yaralardan, vatandaşın ıstırap ve mahrumiyetlerinden haberdar oluruz. Bu şiirlerde sembol olarak köyde kötü şeyler olduğu anlatılır. Anlatılanlar Türkiye’de olup biten her şeydir. Kötü rejim ve idarecileridir, Yunan ve Moskof kâfiridir. Nato’nun dalavereleridir. Ahlâksızlık ve yabancı ideolojilerin cirit atmaya başlamasıdır.
Hasan’a Mektuplar’ı takip eden diğer kitaplarını da içine alarak 1973’de “Bütün Şiirler”, 1975’de “Vur Emri”, 1981’de tabanca motifli besmele bulunan kapak kompozisyonu ve adı “laikliğe aykırı bulunmasından” dolayı “Şiirler” ve 2000 yılında tekrar “Vur Emri” adıyla dört kez isim değiştirerek yayınladığı kitabıyla bu meseleler ve düşünceler üzerinde yoğunlaşır. “Kan Yazısı” kitabıyla da bu özelliğini sürdürür ve bu şiirlerin istikâmetinde sembolleşir.
Köylü, şehirli ve mütedeyyin insanlar birkaç şiirini ezbere okurlardı
Her devrin kendi şartlarında tesirli olan şair ve sanat erbabının hakkını dönemindeki yankılarıyla değerlendirmek gerek. Bu satırların sahibinin babası ve dedesinin kuşağı, alt ve orta sınıf köylü, şehirli esnaf ve sosyal gruplar 1960’lı yılların ortasından bu yana Abdurrahim Karakoç ismine âşina olduğu gibi en az birkaç şiirini ezbere okurdu. O yıllarda Anadolu’yu ölçü aldığımızda milletiyle bu kadar bütünleşen ve tesir bırakan bir şairin sayısı kanaatimce bir elin parmaklarının sayısını geçmez.
Kendi devirlerinde milletiyle bütünleşen ve yüreklerde millî bir vicdan olarak yer eden şairlerdendir Abdurrahim Karakoç. 1970’li yılların “sağ-sol” kavgası ortamında en keskin solcuların onun birçok şiirini vecd ve heyecanla ezbere okuduklarına âcizane şahitliğim çoktur. Farklı grupların onun şiirlerinde ortak dertlerini ve ezilmişliklerini bulduklarına dair yüzlerce hâtıra aktarmak mümkün. İdeolojik bölünmelere rağmen insanımız onun şiirlerinde kendi özünden bir ses, bir haykırış, bir itiraz damarı buluyordu.
“Kör dünyanın göbeğine / Hak yol İslâm yazacağız”
O yıllardaki ifadeyle “sağcı ve mukaddesatçı” veya “milliyetçi ve İslâmcı” diye adlandırılan siyasî ve fikrî grupların dilinde şiirleri ortak bir marş mesabesindeydi. “Kör dünyanın göbeğine / Hak yol İslâm yazacağız / Kuşların gözbebeğine / Hak yol İslâm yazacağız” ve “İslâm miraçtır, ülkü sancaktır” mısralarının yer aldığı şiirleri devrin İslâmcı ve ülkücü câmiasında yüz binlerce insan tarafından yürekten fışkıran bir dille söylediğini unutmak mümkün değil.
Entel takılan sözde edebî otoriteler ve münekkitler o devirde Karakoç’un milletçe okunan bu tarz dâva ve sosyal şiirlerine güya “sanatlı şiir değil, siyasî bir söylem” diyorlardı. Bir devirdeki tesiri bakımından bakıldığında milletin büyük bir kısmınca kalben ve fikren kabul görmüş bu şiirleri kasıtlı olarak görmezlikten gelenler milletle bütünleşemeyen ağyar aydınlardı.
Bürokratik zulmü manzumlaştıran şiir: “İsyanlı sükût”
Abdurrahim Karakoç, şiirlerinde köylüydü, kasabalıydı, şehirli milliyetçi ve İslâmcı münevverdi, yâni cümle milletti. Milletine aidiyet hissetmeyen grupların ve entel aydınların şairi değildi.
“İsyanlı Sükût” şiiri bu ülkede köylüden şehirliye, İslâmcısından milliyetçisine, Alevî ve Kürt kardeşlerimizden sosyalistine, çayhânecisinden meyhânede “kafa çeken” yerli berduşuna kadar ezbere ve yürekten okunurdu.
“Gitmişti makama arz-ı hal için / ‘Bey’ dedi, yutkundu, eğdi başını / Bir azar yedi ki oldu o biçim / ‘Şey’ dedi, yutkundu eğdi başını / Kapıdan dört büklüm çıktı dışarı / Gözler çakmak çakmak, benzi sapsarı / Bir baktı konağa alttan yukarı / ‘Vay’ dedi, yutkundu, eğdi başını.”
Bu şiir tek başına, Türkiye’deki bürokratik zulmü, yöneticilerin tepeden bakışını ve menfaatsiz iş yapmayan bürokrasinin Anadolu insanına yaptığı eziyetleri anlatmaktadır. Bu şiirin hakkını ve Anadolu’daki tesirini o devri idrak edenler verebilir ancak.
Hece vezninin en usta şairi
Tarihte Anadolu şiirinin ustalarını sayarken Karacaoğlan, Emrah, Pir Sultan Abdal, Dadaloğlu, Âşık Veysel ve benzeri çizgiyi sayıp günümüze geldiğimizde bu tarzın sazsız şairi olarak modern zamanların içtimaî meselelerine, problemlerine, gurbet, sevda ve aşk üstüne hecenin ve kafiyenin en çaplı ustalığıyla şiirler yazan şair Abdurrahim Karakoç’tur. Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Serbest ve kapalı sanat şiirinin dışında geleneğe bağlı Türk şiirinin en usta şairidir.
Onun şiir gücünü anlamak için mısraın unsurları olan ahenk, aliterasyon, mûsiki ve güçlü kafiyenin şiirde nasıl mezcedildiğini bilmek gerek. Bütün şiirlerinde yerli fikrin yanında, şiirde mûsikinin unsurları olan asonans (şiir içinde aynı seslilerin tekrarına dayanan ses oyunu), güçlü kafiye ve rediflerden mürekkep mısralarıyla yüksek bir ahenk oluşturur. Şiirlerinde vuzuh, açıklık, sarahat esastır. Gelenekli hece şiirini aşan, bol mecaz, mazmun, cinas ve edebî sanatlar şiirlerinde çokça yer alır.
Şiirlerini dinî-hamasî şiirler; aşk ve gurbet tabiat şiirleri, sosyal ve hiciv şiirleri başlığında üç kategoriye ayırabiliriz. Hicivlerinde hükümetler, yöneticiler, bürokrasi ve aydınların vatandaşa ettiği zulümleri, tepeden bakmaları keskin bir şekilde yer alır. Şiirinde yapmacık ve dışarıdan biri değildir. Köylünün ve kasabalının içinde kendisi de vardır. Heybetli bir dille meydan okuyan bir üslûbu vardır. Prof. Dr. Sadık Kemal Tural’ın ifadesiyle “Onun psikolojik yapısında Nef’î’ce bir erkek ses vardır.” Bu “erkek ses” milletin meselelerine, dertlerine ve dâvalarına tercüman olur. (Zamânın Elinden Tutmak/Edebiyat Nazariyatı-Edebi Tenkit Örnekleri, Ötüken Y. 1982)
“Bu dâva dedemden kaldı hâkim beğ”
Yedi şiirden oluşan “Vatandaş Türküsü” başlı başına günümüz Türk hiciv şiirinin bir şaheseridir. “Hakim Beğ” şiiri bu halkanın başında yer alır:
“Gene tehir etme üç ay öteye / Bu dâva dedemden kaldı hakim beğ / Otuz yılda babam düştü peşine / Siz sağolun o da öldü hakim beğ.”
“Tohdur Beğ” şiiri de, yoksul ve gariban köylünün derdinin devası için binbir müşkülatla geldiği şehirde doktorun karşısında hem maddî, hem de eziklik duygularını dile getirir: “Avrat yeğin sayrı, benim karnım aç / Keyf için gelmedik bura tohdur beğ / Fukara harcından yaz da bir ilaç / Olsun derdimize çare tohdur beğ.”
Vatandaş Türküsü’nun halkaları uzun. Bu halkanın üçüncüsü olan “Mebus Beğ” şiirini okurken Tek Parti Dönemi’nden başlayıp yakın yıllara kadar sürüp gelen milletvekilliği müessesindeki çarpıklık bir bir gözümüzün önüne gelir: “Vallahi sıtkımı sıyırdım senden / Tiksintimi naz belleme mebus beğ / Yoksulluktan yanan kara bağrımı / Isınacak köz belleme mebus beğ.”
Bu ülkenin ehl-i kâmilinden sarhoşuna kadar herkes “Mihriban” ı bilir
“…Yâr, deyince kalem elden düşüyor / Gözlerim görmüyor, aklım şaşıyor / Lâmbamda titreyen alev üşüyor / Aşk kâğıda yazılmıyor Mihriban” mısralarının yer aldığı altı dörtlükten oluşan “Mihriban” şiirini bu ülkede sağcı-solcu, dahası hiçbir fikrî ve siyasî rengi olmayan lümpen ve yerli sarhoşlar dahi âdeta huşû ile ezbere okuyup kendinden geçerlerdi.
Bununla kalmayıp, “Sen Varsın” şiirinin ilk dörtlüğü olan “Gönül tezgâhımda şiir dokudum / İplik iplik nakışında sen varsın / Aşk yolunun kanunu okudum / Madde madde yokuşunda sen varsın” mısralarını en kâmil insandan berduş gençlere kadar vecdle okunduğunu 70’li yılların nesli gayet iyi bilir.
“Nöbetçinin Vukûatı” şiirinin ilk dörtlüğü, sayısı milyonları geçen iki kuşak ve onlarca tertip asker tarafından askerlik hâtıra defterlerine aynen yazılıp sıla hasretlerine niyet olarak okunmuş, askerî kışlaların duvarlarına yazılmış ve hattâ intihal yapılarak taklit edilmiştir: “Yüzbaşım, garajda nöbet tutarken / Hatırıma sıla düştü bu gece / Güngören’in horozları öterken / Gönül kalktı yola düştü bu gece...”
Karakoç’un gelenekli şiirinin dayandığı konuların siklet merkezi olan vatandaşın derdini en iyi şair bilir ve vatandaş adına yöneticilere seslenir: “Evimizde pencere yok, ışık yok / Çocuk doğar, beleyecek beşik yok / Pilava yağ, tarhanaya kaşık yok / Öte yandan çoluk çocuk dokuz baş.”
“Ezanlar buz tutmuş minarelerde”
Şu şiirindeki zengin çağrışım ve fikirler hangi modern şiirde bulunur dersiniz?: “Ezanlar buz tutmuş minarelerde / Yaylalarımız dermiş ki: Töremiz nerde? / Yolların hasretle bittiği yerde / Her dağ yamacında bir mezar üşür.”
Medeniyet coğrafyamızdaki milletdaşların istiklâl mücadelesini çarpıcı ve beyinleri kıvrandırıcı şu mısralarla dile getirir: “Yürü: duvar beton, otur yer beton / Tavana bakarsın ‘bakma’ der beton / -Yağmur kokan toprakların nerede? / Ne çiçekler açar, ne kuşlar öter / Yoların on adım ötede biter / -Serbest gezen ayakların nerede?”
Böylesine arı duru bir dille ve “darası alınmış kelimelerle” bir mevzu bundan daha şiiriyetli nasıl anlatılabilir? Gurbet acısı çekenler, mânevî gurbeti yaşayanlar onun mısralarında duygularını bulurlar: “Hava gurbet, toprak gurbet, su gurbet / Alev alev sardı beni bu gurbet.”
Abdurrahim Karakoç’un dâva ve hiciv şiirleri 27 Mayıs ve 12 Mart Darbeleri’nin millet üstündeki baskı ve haksızlıklarından doğdu. Bundandır ki şiirlerinde esas unsur toplum ve insandır.
“Suları ıslatamadım”
1983’te yayınlanan “Suları Islatamadım” kitabıyla hiciv ve sosyal muhtevalı şiirinden farklı bir çizgide yeni bir ufuk oluşturur. Bu kitabıyla yeni imajlara kanatlanır. Toplumun vicdanı olarak hâfızalarda yer eden şiirlerinden çeyrek asır sonra mücerret mazmunların ve derûna dair edebî ifadelerin hâkim olduğu yeni tarzının ilk kitabı “Suları Islatamadım” la da şiirindeki sesi aynı kuvvetle sürdürür.
Onu “kavga, siyasî ve ideolojik söylemler, hamaset ve keskin taşlamalar şairi” olarak yaftalayanlar, “Suları Islatamadım” adlı kitabında işlenen mânevî âleme ait konuları, yeni mazmun, cinas, teşbih ve tedaileri iyi niyetle okumadıklarından görmezden gelirler. İnsanın dünya imtihanındaki muhasebesi sâde ve mûsikili mısralarla nasıl bu kadar tesirli yazılırmış okuyalım:
“Savaştayım elli yıldır / Ömrüm geçti boşalt, doldur / Anlamadım, bu ne haldir / Bir gün silah çatamadım / Suları ıslatamadım.”
Şu mısralarını acı çeken bütün insanlığın derdini kendi yüreğinde hissederek yazıyor: “Güneşin gölgesinde yatıp, serinleyenler / Yitirse üzülmeyen, bulsa sevinmeyenler / Buzdan ateş yakanlar, taş pişirip yiyenler / Mide saltanatına boşverenler merhaba / Nefsi üçten dokuza boşayan er yiğitler / Yüreği kardan beyaz, bahtı esmer yiğitler / Bâtılın önünde set, hakka rehber yiğitler / Fazilet kavgasında baş verenler merhaba.”
“Belemişler kaplara uyutmuşlar suları”
“Suların Hikâyesi” dörtlüğünde dünya ve âhiret dengesini kuramayan güruhun hâlini yeni ifade kalıplarıyla kelime israf etmeden icaz sanatının bütün gücünü kullanarak bakın nasıl yazmış: “Belemişler kaplara, uyutmuşlar suları / Ve sermişler iplere kurutmuşlar suları / Dalmışlar eğlencenin fikirsiz oyununa / Ya toprakta, ya gökte unutmuşlar suları.”
İç ve dış kafiye, ses ve mûsiki gibi şiirin ana unsurlarından uzak bir çuval kelimeden oluşan modern şiirlerde “Suların Hikâyesi” ndeki ifade ve mâna lezzetini bir arada bulabilir miyiz? İslâm’a teslim olmuş bir insan, şairin şu dörtlüğüyle vecde geçmez midir?: “Selâm Azrail’e, doğan bebeğe / Selâm tadlı sona, acı gerçeğe / İmana, irfana, zindana selâm / Selâm umut, sabır ve geleceğe.”
Bir yığın mâna ve fikri, Yunus Emre’nin “Ete kemiğe büründüm / Yunus diye göründüm” misâli, arı duru bir dörtlükle yazan şairi görmezden gelen edebî otoritelerin samimiyet ve zihniyetinden şüphe etmez misiniz?
“Ya bayramlar bayram olsun, kurtulsun / ya takvimler cayır, cayır yırtılsın”
Başlık yaptığımız bu iki mısra, şairin “Suları Islatamadım” adlı kitabında yer alan ve beş şiirden oluşan “Bayramlar Bayram Ola” şiirinin bölüm levhasıdır. Yöneticilerin vicdanlarını titretici bu iki mısraı imkânımız olsaydı eğer Hakkari’den Edirne’ye, Kars’tan İzmir’e kadar her köşe başına pankart olarak asardık. Böylelikle bu ülkede farklı zümrelerce okunduktan sonra sorumlu insanların vicdanlarının nasıl kanadığını görebilirdik. Adaletsiz sosyal yapı içinde zengin sınıf ve yöneticilerin yoksul halkına biganeliğini bu şiirin acı kudretinden öğrenebiliyoruz.
Bu şiirin o dönemdeki yankısının çok büyük olduğunu bu satırların sahibi de bilir. Köylümüz, kasabalımız inanç ve geleneklerine bağlılığının yanında kendinden bildiği bu tür şiirlerin tesiriyledir ki sosyalistlerin fakirlik edebiyatına asla kapılmadılar.
“Bayramlar Bayram Ola” şiirden yürekleri kanatan birkaç mısra: “Güneş yükselmeden kuşluk yerine / Bir adam camiden döndü evine / Oturdu sessizce yer minderine / Kızı ‘bayram’ dedi tam ağlamaklı / Eli öpüldükçe içi burkuldu / Konuşmak istedi, dili tutuldu / Güç-belâ ağzından bir ‘of’ kurtuldu / Oğlu ‘bayram’ dedi sırtı yamalı / Adam ‘he ya’ dedi gözü kapalı / Düşündü kış yakın, evde odun yok / Tenekede yağ yok, çuvalda un yok / Yok yoka karışmış; tuz yok, sabun yok / Avrat ‘bayram’ dedi eğdi başını / Adam ‘evet’ dedi, sıktı dişini / (...) Yer-gök ‘bayram’ dedi, ağzını açtı / Adam ‘bayram’ dedi, evinden kaçtı”.
Şiirleriyle aydınlara ve idarecilere savaş açan şair
Şair, yoksul halkının bürokratik seçkinlerce horlanışını, hakkının gözetilmeyişini ideolojik istismara başvurmadan dile getirir. Sosyalistler gibi bölücü değil, bağrında yaşadığı milletiyle aynı imanı taşıyan bir şair olarak hicveder. Halkına yabancılaşan aydınlara, mebuslara, hâkimlere, despot bürokratlara şiirleriyle savaş açar.
Aydınlar, milletin edebî kültürüne değer veriyorsa, Türkçe’nin ifade biçiminde kullanılan meseller, deyimler ve vecizelerin onun şiirinde fikirli mısralara dönüştüğünü görmelidirler. Şairin şu kısacık mısralarındaki ifade gücüne hayran olmamak mümkün değil: “Omuz verip dert yüküne / Kin mülkünden aşk mülküne / -Göçenler hani, ya hani? / (...) Haklılara olup derman / Haksızlığı harman harman / -Biçenler hani ya, hani? / Yardım ederken düşküne / Vurulup cennet köşküne / - Uçanlar hani ya, hani?”
Hece şiirinde yeni ifade buluşlarıyla kelime israf etmeden dünya hayatının geçiciliğini ve nefis tezkiyesini dile getiren şu mısralarının hakkını vermek lâzım: “Dağladım nefsimi zincir yulara / Dünyayı duvara astım gel de gör / Rahatı, huzuru attım kenara / Çileyi bağrıma bastım gel de gör.”
Kendi dilinden şiirinin kaynağı
Kendi dilinden şiirini şöyle anlatıyordu: «Sağ olsunlar, iktidarların ve muhalefetin irikıyım politikacıları, ihtilâl cuntacıları, 'bilimsel' cüppeliler, entelektüel züppeler, millî soyguncular, sosyete parazitleri, sermaye sülükleri, zulüm-işkence makineleri, adaleti katleden hukukçular, dalkavuklar, üçkâğıtçılar vs. hep bana yardımcı oldular. Şiir malzememi veren onlar, öfkemi bileyen onlar oldular. Yardımlarını inkâr etmiyorum, fakat teşekkür de etmiyorum. Dinsizlerin değil, din düşmanlarının, yani İslâm düşmanlarının da az yardımı olmadı. Bir bakıma dinî duygularımın kuvvetlenmesine vesile oldular.»
“Hece ve kafiye olmazsa şiir olmaz”
Karakoç, şiirin esaslarından saydığı hece ve kafiyeden vazgeçmeyi hiç düşünmemiştir:
“Birçok insan heceyle falan başlar serbeste geçer. Serbest kolay ne dersen de. Televizyonda bir programcı mektup okuyor. Ama şiir gibi okuyor, dinleyen şiir zanneder, değil. Bütün mektupları şiir havasında okuyor şiir zannediliyor. Birçokları yazdıklarını şiir zannediyor ve bize dinletiyorlar. Şiir değil onlar, şiirin belirli kuralları olacak, belirli kalıpları olacak. Hiç olmazsa kendini nesirden ayırt edecek bir unsur bulunacak içinde. Ya nasıl ayıracağım ben senin şiirini? Hiç bir şey yoktur. Eskiden bazen serbest yazan şairler vardı onlar dahi genellikle kafiye, iç kafiye, dış kafiye. Serbest ama yeri geldi mi küt küt vururdu kafiyeye. Bugünkülerde oda yoktur. Siz Arif Nihat Asya'yı okur musunuz? Serbeste benzer ama kafiyeli hep şiir, yani zor bu.”
Bir mülakatında şöyle diyordu: “Havalanacak yeni üsler, mesajlar, yüklü yeni sesler, temler ve estetik ölçüler gerek. Yüksekten dökülen bir su değil, yükseklikleri, çok öteleri kucaklayan bir derin su olmak gerek artık. Zaman geçiyor, şartlar değişiyor, idrak de değişiyor ve ben yaşlanarak yaşıyorum.”
Hem mevzuda, hem de üslûpta mücerret ve mâna âlemini anlatan mısralarla şiirde yeni bir döneme girdiğini beyan ediyor. “Şiiri imgelere boğmak da doğru değil ama olacak içinde. ‘Latifeler şakalar nasıl olsun ya Resûlallah diyorlar’ Peygamber Efendimize. ‘Yemekteki tuz gibi olsun’ diyor. Ölçüye bakın siz fazla tuzlu da rahatsız eder insanı, tuzsuz da. Şiirde de öyle. Sembollere imgelere falan boğmayacaksın şiiri. Ama onsuz da olmayacak, yeteri kadar. Ölçüsüyle olacak her şey. Kararında olursa güzeldir.”
“Hiciv hakaret etmek değildir”
Aşk şiirleri kadar siyasî hicivleri de her kesimde yankı buldu ve birçok ozan tarafından bestelendi. Şiirde hicvin küfür ve hakaret olmadığını söyler:
“Hiciv zor bir sanattır. Şimdilerde de yazması pek mümkün değil, işte yazamıyorlar da. Hele Türkiye'de hiciv yazan yoktu, ben başlattım. Tarihimize baktığımızda hiciv şairleri ya kelleyi vermişler ya zindanlarda yatmışlar. Hicivi kime yazacaksın sıradan bir adama, bakkala ya da şuradaki bir komşuya değil. Hiciv yazıldı mı devlet yönetenleri hedef alacak, zirvedekileri. Zirvedekileri rahatsız edince de fincancı katırları gelip haşat eder çıkarlar. Yalnız usulüne göre yazarsan, bazıları düpedüz ismini de veriyor. Hakaret ediyor. Hakaret hiciv değildir. Ölçülü mizah olacak. Hiciv demek mizahla karışık oldu muydu hem güldürür hem düşündürür, hem de karşıdaki insanı yaralarsa. Hiciv budur. Ben bazı şeyleri yazarken içine katıyorum, katmamak olmuyor. Çünkü benim yaradılışımda hiciv var. Ama hiciv bir küfürleşme, sövme değil.”
Karakoç, dobra dobradır, açık sözlüdür. Sözünü esirgemez, hakkı tutar kaldırır. Meşreben Mehmed Âkif’e ve Osman Yüksel Serdengeçti’ye benzer. Sözünün “odun gibi olsa da hakikat olmasını” ister. Bu mücadele ve hiciv şiirlerinin yanında dervişâne bir yürekten fışkıran şiirleri de var: “Gölgesinde otur amma / Yaprak senden incinmesin / Temizlen de gir mezara / Toprak senden incinmesin.”
“Şiirimi bir profesör de bir çoban da anlıyor, severek okuyor”
“Şiir için üst dildir deniyor. Şiirde alt kültürle üst kültür birleşebiliyor mu?” sorusuna verdiği cevap onun şiir anlayışını gösteriyor: “Belirli bir kitleye hitap etmek gerek bence alt kültür- üst kültür filan değil, herkese birden. Yani şu tarlaya yağmur yağsın da şu tarlaya yağmasın demek olmuyor. Yazdıklarımı bir profesör de anlıyor, severek okuyor. Bir çoban da severek okuyor. Budur işte şiir. Bazıları yazıyor profesörler anlasın, sırf edebiyatçılar anlasın diyor. Ben bunu uygun bulmuyorum. Herkes anlamalı.”
“Şiir evrensel midir? Şiirin kalıcı olması neye bağlıdır?” sorusuna “şiir önce millî olmalıdır” diyor. “Evrensel olabilmesi için güçlü olması lâzım. Millî olmadan da hiçbir şey evrensel olmaz. Şairin gücüne, zarafetine, kullandığı imajlara bağlıdır, neye bağlı olacak ki? Bir de içten yazılmasına, samimiyetine. Yürekten yazılan bir şey kalıcı olur. Hangi ülkenin insanına okutursan okut. Hiç tanımadığım bir adamın, bir yabancının, memleketini de bilmiyorum Edgar Allan Poe şairdir. ‘Anabella’ diye karısına yazar. Veremden ölmüş karısı. Müthiş bir şiir. Benim ülkemde de var, bunlara benzeyen. Mesela Kağızmanlı Hıfzı; iki şiiri var. İkisi de meşhur. Amcasının kızına yazdığı bir şiir var: ‘Sefil baykuş ne yatarsın burada / Yok mudur vatanın ellerin hani’ diye. Çok müthiş. O da Poe'nin yazdığı şiire benzer. İkisini de hiç ayırt etmem ben. İkisi de insanı muhatap alıyor. İkisi de aynı konuyu, sevgiyi-acıyı dile getiriyor.”
Hece şiirini yenileyen şair, son dönem türkü listesine bestelenen şiirleriyle de damgasını vurur. “Mihriban”, Tohdur Beğ”, “Hâkim Beğ” olmak üzere Karakoç’un şiirlerinden bestelenen pek çok türkü yüreğimizi saran “gönül işi türkülerdendir.”
Hâsıl-ı kelâm; Karakoç yaşadığı döneme damgasını vuran Allah vergisi şairliğiyle milletimizin duygu ve düşüncelerini temsil eden şair olarak gönüllerde yaşayacaktır.(e.posta: [email protected])
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.